1. YAZARLAR

  2. Konuk Yazar

  3. Ali Dayıoğlu: Aleviler, Zorunlu Din Dersleri, “Cemevi ve Kültür Kompleksi
Konuk Yazar

Konuk Yazar

YENİDÜZEN

Ali Dayıoğlu: Aleviler, Zorunlu Din Dersleri, “Cemevi ve Kültür Kompleksi

A+A-

 

Konuk yazar
Yrd. Doç. Dr. Ali DAYIOĞLU
Yakın Doğu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
[email protected]


Giriş

Özellikle son üç haftadır, din ve vicdan özgürlüğü konusunda ülkemizdeki Alevilerin yaşadıkları sıkıntılar tekrar gündemde yer almaya başladı. Önce, Kıbrıs Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Tuncer Özbahadır, din derslerinin zorunlu olarak okutulmasının bir insan hakları ihlâli olduğunu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) de bu yönde karar verdiğini belirtti (Yenidüzen, 10 Aralık 2013). Ardından, Demokrat Parti-Ulusal Güçler (DP-UG) Milletvekili Hakan Dinçyürek, 12 Aralık 2013 tarihli Meclis oturumunda, Alevilerin ibadetlerini özgürce yerine getirebilecekleri şartların yaratılması konusunda hassas olunmasının önemine değinerek ülkemizde cemevi olmamasını eleştirdi. Dinçyürek şöyle dedi: “Herkes ibadet edebilmeli ve bunun için altyapı sağlanmalı… Cami ise cami, kilise ise kilise, cemevi ise cemevi” (Kıbrıs Postası, 13 Aralık 2013; Hüseyin Ekmekçi, “Cami ise Cami, Kilise ise Kilise, Cemevi ise Cemevi”, Havadis, 13 Aralık 2013). Bu açıklamayı, “Cemevi ve Kültür Kompleksi” inşaatının tamamlanması için KKTC Alevi Kültür Merkezinin “Bir Tuğla da Sen Koy” sloganıyla 14 Aralık’ta Lefkoşa’da düzenlediği konser izledi.

Bunları aktardıktan sonra, ülkemizde çok önemli bir kitleyi oluşturan Alevilerin üzerinde hassasiyetle durdukları bu konuları ve ülkemizde laikliğin neden gereğince uygulanmadığını tartışmak yerinde olacaktır. 

Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri

2005’e kadar ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu tutulan din dersleri, bu tarihten sonra KKTC ilköğretim ikinci kademe okullarında okul idarelerinin kararına bağlı olarak seçimlik hale getirilmiştir. Bu karardan yola çıkan birçok okul 2005-2006 ders yılından itibaren müfredatlarında bu derslere yer vermemeye başlamıştır. 2009 erken genel seçimlerinde Ulusal Birlik Partisinin (UBP) iktidara gelmesinin ardından bu ders dördüncü sınıftan sekizinci sınıfa kadar zorunlu hale getirilmiştir. Bu duruma özellikle Aleviler büyük tepki göstermiştir. Bunun nedeni, derste verilen bilgilerin genel dinî ve ahlakî bilgilerden çok Hanefi-Sünni öğretisine yönelik olmasıdır. Bu durum, Aleviler de dahil olmak üzere, Hanefi-Sünni inanca bağlı olmayanların din ve vicdan özgürlüklerinin ihlâl edilmesi anlamına gelmektedir. Nitekim AİHM de 9 Ekim 2007’de sonuçlandırdığı Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye davasında bu yönde karar vermiştir.

Mahkeme’nin verdiği kararın geçmişi 2001 yılına dayanmaktadır. Bu tarihte kızı 7. sınıfta eğitim gören Hasan Zengin isimli bir Alevi vatandaş, kızının zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulması için İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğüne başvuruda bulunmuştur. Başvurusunun reddedilmesi üzerine yargı yoluna giden, ama bundan da bir sonuç alamayan Hasan Zengin, konuyu 2 Ocak 2004’te AİHM’ye taşımıştır. Mahkeme’ye yapılan başvuruda, zorunlu olarak verilen bu dersteki bilgilerin objektif, eleştirel ve çoğulcu tarzda işlenmediği, Alevilik de dahil olmak üzere diğer inançlara ilişkin yeterli bilgi aktarılmadığı ve dersin esas olarak Sünni İslam’ın öğretilmesine dayandığı ifade edilmiştir. Bunun yanı sıra, Türk yargısının konuyla ilgili karar verirken ebeveynin felsefi ve dinî inançlarını dikkate almadığına vurgu yapılmıştır. 

9 Ekim 2007’de kararını açıklayan AİHM, Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine (AİHS) Ek 1 Numaralı Protokol’ün 2. maddesini ihlâl ettiğini belirtmiştir. Mahkeme’nin kararına dayanak yaptığı 2. madde şu hükmü içermektedir: “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir.”      

AİHM, 2. maddenin 2. cümlesinden hareketle, AİHS’ye taraf devletlerin, okullardaki ders programlarını düzenlerken, ana-babanın dinî ve felsefi inançlarını görmezlikten gelecek biçimde, belli bir öğretinin benimsetilmesi amacı güdemeyeceklerini belirtmiştir. AİHM, eğitim ve öğretimin ideolojik bir nitelik taşımayacak şekilde yapılandırılmasının şart olduğunu vurgulayarak, ders içeriklerindeki bilgilerin objektif, eleştirel ve çoğulcu tarzda verilmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Mahkeme, Türkiye’nin 2. maddeyi ihlâl edip etmediğine karar verirken Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu veya seçimlik olduğuna bakmadan, söz konusu dersin yukarıda belirtilen ölçütler çerçevesinde işlenip işlenmediğini tartışmıştır.

Türkiye’de bu dersin objektif, eleştirel ve çoğulcu tarzda verilmediği saptamasında bulunan AİHM, konuyla ilgili tam bir güvencenin sağlanabilmesi için, din dersi almak istemeyen kişilerin, inanç ve kanaatlerini açıklamak zorunda bırakılmayacak şekilde bu dersten muaf tutulmaları veya bundan başka yöntemlerin kişilere alternatif olarak sunulması gerektiğini belirtmiştir (European Court of Human Rights, Case of Hasan and Eylem Zengin v. Turkey, (Application no. 1448/04), Judgment, Strasbourg, 9 October 2007, para. 36, 37, 48, 49, 52, 53, 57, 64, 68, 69, 70 ve 71).

Kıbrıs’a gelecek olursak, ülkemizdeki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin de aynen Türkiye’deki gibi daha çok Sünni İslam öğretisinin benimsetilmesine yönelik olarak verildiği görülmektedir. Dolayısıyla, yapılması gereken, bu derslerin AİHM’nin saptadığı ölçütler çerçevesinde verilmesi ve isteğe bağlı olarak açılmasıdır. Aksi halde, bu derslerden dolayı çocuklarının din ve vicdan özgürlüklerinin ihlâl edildiğini düşünen velilerin AİHS’nin ihlâl edildiğini ileri sürerek iç hukuk yollarını tükettikten sonra Türkiye aleyhinde AİHM’ye gitmelerini önlemek mümkün olmayacaktır.

Cemevi Meselesi

Alevilerin üzerinde hassasiyetle durdukları bir diğer konuyu, ülkemizde var olan 199 camiye karşılık, bugün tek bir cemevinin bulunmaması oluşturmaktadır. Bunun en önemli nedeni, 1974 sonrası dönemde Kuzey Kıbrıs’ta devletin Hanefi-Sünniliği hâkim dinî öğreti olarak kabul etmesidir. Bu konuda Türkiye’nin ciddi etkileri olmuş, dinî alanda, özellikle de cami yapımında kullanılmak üzere Türkiye’den ciddi maddi kaynak aktarılmıştır. Örneğin, 1974’ten 2009’a kadar inşa edilen 39 camiden 31’i TC Büyükelçiliği Yardım Heyetinin finansmanıyla yapılmıştır (Ergül Ernur, “16 Yeni Cami için 13 Trilyon”, Kıbrıs, 7 Mayıs 2009).

2009 seçimlerinde UBP’nin iktidara gelmesiyle adanın kuzeyinde Hanefi-Sünni öğretiyi güçlendirecek faaliyetler yoğunlaşmış, TC Büyükelçiliği Yardım Heyetinin “Din Hizmetlerinin Geliştirilmesi Projesi” kapsamında başta cami yapımında kullanılmak üzere KKTC için büyük bütçeler ayırdığı görülmüştür. Bu çerçevede, 2012’de 10.400.000 TL tutarında bir ödenek ayrılmış, toplam harcama da 2.185.702 TL olmuştur (T. C. Lefkoşa Büyükelçiliği Yardım Heyeti Başkanlığı, 2012 KKTC Ekonomi Durum Raporu, [2013], s. 92).
 
Yardım Heyeti tarafından bu yardımlar yapılırken, cemevi inşaatı için Alevilere herhangi bir kaynak aktarılmamıştır. Bunun temel nedeni, Türkiye’de cemevlerinin ibadethane olarak resmen kabul edilmemesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının (TBMM), Diyanet İşleri Başkanlığının ve Yargıtay’ın bu yöndeki kararlarının dışında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da 21 Şubat 2013’te yaptığı bir açıklamada, “İslam’da ibadet yeri camidir. Cemevleri kültürel mekânlardır” demiştir. (http://t24.com.tr/haber/islamda-ibadet-yeri-camidir-cemevleri-kulturel-mekanlardir/224256, 23.03.2013).

Türkiye’de durum böyleyken, Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler (CTP-BG) liderliğindeki koalisyon hükümeti bu olumsuzluğu gidermek amacıyla, cemevi yapılması için 2006’da o dönemdeki tek faal Alevi derneği olan KKTC Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Derneğine 11 dönümlük bir arazi tahsis etmiştir. “Cemevi ve Kültür Kompleksi”nin temeli Kasım 2007’de atılmıştır. Yukarıda da değinildiği gibi, Türkiye’de cemevleri ibadethane olarak resmen kabul edilmediğinden TC Büyükelçiliğinden maddi yardım alınması mümkün görünmemekle birlikte, KKTC devleti de 2008’de yapılan 80.000 TL’lik yardım dışında (Yenidüzen, 6 Eylül 2010) cemevi inşaatı için herhangi bir maddi katkıda bulunmamıştır. Bundan ötürü Aleviler, bağış yöntemiyle veya düzenledikleri çeşitli etkinliklerden elde ettikleri gelirlerle cemevinin finansmanını karşılamaya yönelmişlerdir. Fakat bunlar, cemevi inşaatının tamamlanması için yeterli olmamıştır.

Görüldüğü gibi devlet, Hanefi-Sünni inancı hâkim öğreti kabul etmiş, Alevileri, deyim yerindeyse, ikinci plana atmıştır. Aleviler için söylenenler diğer inanç grupları bakımından da geçerlidir. Söz konusu gruplar da devlet tarafından Hanefi-Sünni inanca sağlanan olanaklardan yararlanamamışlardır. Oysa laik olduğunu iddia eden bir devletin (Anayasa’nın 1. maddesinde KKTC’nin laik bir cumhuriyet olduğu belirtilmektedir), bütün inançlara eşit mesafede durması, hiçbir inanca engel olmaması, ilke olarak hiçbir dine veya dinsel gruba menfaat sağlamaması, para vs. yardımında bulunmaması, yardım sağlamak zorunda kalırsa da bunu eşitlik ilkesi çerçevesinde gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Konuya bu açıdan bakıldığında, meselenin çok daha çetrefilli olduğunu, Alevilere arazi verilmesinin ve cüzi bir miktar para yardımında bulunulmasının da, eğer diğer inanç gruplarına böyle bir olanak sağlanmamışsa, laiklik ilkesinin ihlâlini oluşturduğunu söylemek gerekmektedir. Her ne kadar Alevilere sağlanan bu olanaklar senelerce üvey evlat muamelesi görmüş bu kitlenin mağduriyetlerini gidermeye ve onlara yönelik ayrımcılığı az da olsa gidermeye yönelik iyi niyetli girişimler olsa da, diğer inanç gruplarının bunlardan muaf tutulmaları devletin laik karakterini sorgulatmaktadır. Dolayısıyla yapılması gereken, devletin bir dinî öğretiyi hâkim öğreti olarak kabul etmemesi, tüm inançlara eşit mesafede durması, onlara herhangi bir ayrıcalık tanımamasıdır. Yoksa devletin, ülkede bulunan tüm inanç gruplarının taleplerini karşılaması mümkün olmayacaktır. Bu noktada ibadet yeri için arsa veya bina talep eden ve bunları donatmak isteyen inanç topluluklarının yeterli maddi kaynaktan yoksun olmaları halinde ne yapılabileceği sorgulanabilir. Böyle bir durumda devletin, reel sektöre düşük faizli ve uzun vadeli kredi imkânları sunduğu gibi, değişik inanç grupları bakımından da benzer bir politika izlemesi alternatif bir yöntem olarak düşünülebilir.

Sonuç

Buraya kadar aktarılanlardan hareketle, din ve vicdan özgürlüğü, eşitlik ve ayrımcılığın önlenmesi ve hatta laiklik konularında ülkemizde atılacak daha çok adımın olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, son dönemde kuzeydeki kiliselerinde ayin yapabilmeleri için Kıbrıslı Rumlara ve Marunîlere verilen izinlerin çoğaltılması ve gerekli kolaylıkların sağlanması, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almaya yönelik olarak Cumhuriyet Meclisinde çeşitli yasaların kabul edilmesi ve bu konuda çalışmaların yürütülmesi gibi gelişmeler umut vericidir. Temenniler, bu olumlu tablonun devamı ve Aleviler de dahil olmak üzere, ülkemizdeki tüm inanç gruplarının talep ve ihtiyaçlarının karşılanması, devletin laiklik ilkesi gereğince bu gruplara eşit davranması yönündedir.

Bu yazı toplam 5612 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar