1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. ‘Anlatma’ Endişesi - ‘Anlama’ Çabası…
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

‘Anlatma’ Endişesi - ‘Anlama’ Çabası…

A+A-

Edebiyat eleştirmeni-yazar Nurdan Gürbilek, ‘Kör Ayna, Kayıp Şark’ (Metis Yayınları) kitabında, ilginç bir konudan, ‘edebiyata yön veren endişelerden’ söz eder. İyi bir edebiyat eserinin, yazarın, yaratma süreci öncesinde ve sırasında, adeta bir iç deprem olarak yaşadığı kendini (en) iyi anlatabilmek, özgün olabilmek, yeteneklerini ve donanımını (en) son sınırlarına kadar zorlamak ve benzeri mükemmellik arayışlarının yol açtığı endişelerinden kaynaklandığını yazar ve edebiyatı edebiyat yapanın da öncelikle bu “anlatma endişesi” olduğunun altını çizer. Kendi çalışmasında da (Kör Ayna, Kayıp Şark) “Batılılaşma”, “Ulusal Kültür”, “Kültürel Kimlik” gibi öne çıkan kavramları romanlarında sorunsallaştıran ve içsel bir endişeye dönüştüren, kimi önemli bulduğu romancıları ve romanlarını ‘anlatma’ esaslı bu  ‘endişe’ üzerinden irdeler.

Her yazarın (sanatçının) yaratım süreci boyunca eseri ile ilgili olarak, derece ve mahiyet farkı gösterse de, bu türden bir ‘endişe’ yaşadığı söylenebilir. Hatta bu yoğunluğu aşırı biçimde yaşayan ve anlatmak istediği hikâyesini sonlandırana kadar hep düşlediği o mükemmellik ve biriciklik kertesine ulaşmaya çalışan kimi yazarlar (sanatçılar) için bu sancılı dönem, endişeden de öte bir karabasan halini alabilir. O kadar ki bu karabasan bazen intihar, bazen de çıldırma ile sonlanabilir. Ancak şu da vardır:  Bir edebiyat (ya da sanat) eserinin iyi olması için sadece “anlatma endişesi” yeterli değildir. Yazarın (sanatçının) yetenekleri, bilgi ve sezgileri, hayal gücü, kültürel derinliği ve düşünce zenginliği ve iddialarının mahiyeti kadar, asıl anlatılan hikâyenin -ya da ne anlatılıyorsa- ‘nasıl’ anlatıldığıdır önemli olan. Endişenin en büyük nedeni de işte bu anlatımın ‘nasıl’ olacağında gizlidir.

Edebiyatı (ve sanatı) diğer anlatılardan farklı, anlatılanı ya da yazılanı özgün, etkili ve benzersiz kılacak, yazan kadar okuyanı da yaşamın geniş ufuklarına kadar sürükleyip varoluşsal anlam ve güç kazandıracak olan da budur. Keza gerçekliğin nesnel varlığıyla, bizim onu algılayış biçimimizdeki çeşitliliğin ve derinliğin sırrı da burada yatmaktadır. Şu rahatlıkla söylenebilir: Var olanı anlatmak ve anlamak ya da muhayyel olanı kurgulayarak anlatmak ve anlamak ilişkisinde edebiyatın (sanatın) ön alması, karanlık dünyalarımıza düşen ve her an yolumuzu aydınlatan mucizevi ışık huzmeleri gibidir. Yolumuz aydınlanacaksa, kendimizi ve dünyamızı daha kapsamlı anlayıp kavrayabileceksek, var olanla yetinmeyip var olması muhtemel olanı hayal edip keşfetmeye çalışacaksak ve nihayet insan denen varlığın tek başına ve çokluk olarak serüvenine ortak olacaksak işte o zaman gerçekler kadar, düşlerimizde çeşitlenen hikâyeler ve asıl bu hikâyelerin geniş zamanlarını kucaklayan o özgün (anlatım) dili gerekli olacak bizler için. Buradan bakınca, yaşayanlar (yaşananlar) kadar, ölülerle ve doğacak olanlarla (ve hayallerimizle) ilgilenmemizin, onların peşinden gitmemizin nedeni de bu olsa gerektir. Edebiyat (ve sanat) tam da bunu yapmıyor mu zaten? Eğer böyleyse, anlatmak ve de anlatılanı anlamaya çalışmak çabasında ‘endişe’ -ve de ‘huzursuzluk’- duymamak mümkün mü? Buna ilâve, yazarın (sanatçının) ‘anlatma’ endişesine okuyucu (sanat alıcısı ya da izleyicisi) olarak kayıtsız kalınabilir mi?

Dahası, bu serüven sadece edebiyat ve onun dili ile (sanat ve sanatın dili) sınırlı da değildir. Öyle ya, dünyada yaşanan olay ve olgular karşısında bilimin, düşüncenin ve de onların dilinin daha önemsiz olduğunu kim iddia edebilir ki? Eğer çok boyutlu bu müktesebatı anlatmak, anlamaya çalışmak, yorumlarda bulunmak ve yeni açılımlar ya da öneriler sunmaksa önemli olan, hangi alan ya da ilişki biçiminde olursa olsun, bu genişliği ve çeşitliliği kuşatan ‘dil’in gerekliliği çıkacaktır karşımıza. Öyledir, çünkü o dilin imkânlarının çokluğuna her zaman ihtiyaç duyulacaktır.

Ancak şu farklılığı da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. O da şudur: Örneğin bilimin ve düşüncenin ağırlıklı olarak ‘kavram’larla ifade edilen ve daha düz olan dili, edebiyatta (ve sanatta) çok katmanlı, çok çağrışımlı ve çeşitlilik gösteren ‘imge’ yoğunluklu bir özellik göstermektedir. Keza bilim ve düşüncenin olgusal olandan hareketle dili daha didaktik (öğretici) ve tamamlayıcı iken; edebiyatta bu dil kurgusallığın ağır basması nedeniyle üslûp zenginliğinin öne çıktığı ve didaktik (öğretici) olmaktan öte, imkân ve ihtimal çokluğu içeren bir mahiyet arz etmektedir. Şu da var bu iki alana ait iki farklı dilin olması, her birinin ayrı ayrı önemini ortadan kaldırmamakta, aksine ‘anlatma endişesi’nin burada ‘imgesel dil’ ile ‘kavramsal dil’ birlikteliğini teşvik eden bir işlevselliği söz konusu olmaktadır. Daha açık bir ifadeyle bilim ve düşünce dilinin kavramlarının eksik kaldığı yerde, edebiyatın (ve sanatın) imgeleri tamamlayıcı olurken; imgelerin eksik kaldığı yerde de kavramlar imdada yetişecektir. Bu yüzdendir ki insanın var oluş serüveninde ve çevresiyle kurduğu ilişkide, gerek bilim ve düşünce ve de gerekse edebiyat (ve sanat) onun ilgi alanlarına birlikte dâhil olmak zorundadır. Şundan ki, bilim dünyasının gerçekleri ve bu gerçekleri anlatmaya çalışan bütünleyici köşeli dili kadar; edebiyat (sanat) dünyasının kurgusal ama bir o kadar da gerçeklikten beslenen ve onu anlatıp anlamamıza imkân tanıyan büyülü dilinin esnekliğine de ihtiyacımız vardır.

Sadece bu kadar da değildir. Gündelik hayatımızın ilişkilerinden tutun da, şimdiye ve geleceğe dair taleplerimizde baş yeri tutan siyaset ve siyasal alan için de benzer şeyler söylemek mümkündür. İçeriğinin ve ideolojik müktesebatının ne olduğu fark etmeksizin, münhasıran retorikler ya da sloganlar düzeyinde seyreden bir siyasal yapı ve kültürün, ne yaşanan döneme ve ne de geleceğe yönelik olarak ciddi açılımlar ve seçenekler sunamayacağı, yaşanan geçmiş deneyimler ışığında, aşikârdır. Bu gerçeklikten hareketledir ki siyaset bilimciler gerek siyasette ve gerekse uluslararası ilişkiler alanında sosyal nitelikli çalışmaların temelde beş boyutlu olması gerektiğinin altını çizmektedirler: “Tasvir (betimleme), açıklama, anlama, anlamlandırma ve yönlendirme.” Buna göre, olaylar ve olgular arasında ‘neden-sonuç’ ilişkisi kurabilmek ve buralardan doğru siyasal stratejiler geliştirebilmek için tasvir (betimleme) yapacaksınız, açıklamaya, anlamaya, anlatmaya ve yönlendirmeye çalışacaksınız. İyi de neyle ve nasıl? Hangi dil ve hayal gücüyle? Hangi bilimsel ve düşünsel donanım ve derinlikle? Hamasetle mi; slogan kolaycılığıyla mı; herkesi düşman ilân etmekle mi; doğruyu tekeline alan kendisiyle sınırlı ideolojik endoktrinasyonla mı; daha çok gürültü çıkarmakla mı; küfürle mi, “ben bilirim” kibriyle mi?

Sözü daha fazla uzatmadan yine başladığımız yere, edebiyata dönelim ve ‘anlatma endişesi’ni tamamlayan bir hususa daha dikkat çekelim. Bu da, iyi bir edebiyat (sanat) eserinin bir bakıma olmazsa olmazı olan ‘anlatma endişesi’yle doğrudan ilişkisi olan, kaçınılmaz olarak iyi bir edebiyat (sanat) okurunun -alıcısının- da buna denk düşen  ‘anlama çabası’ ile hareket etmesinin gerekli olduğu gerçeğidir. Keza, ‘anlatma’nın temel aracının, yani dil’in, ‘anlama’ serüveninde de öne çıktığıdır. ‘Anlatma endişesi’ ile ‘anlama çabası’nın buluştuğu yer ise, doğurgan, yaratıcı ve sürekli çoğalıp genişleyen yeni bir dilin hayat bulduğu yerdir artık. Kendisi de bir dil ustası olan Umberto Eco “Anlatı, olayları ve kişileriyle bir dünya kurarken, bu dünya ile ilgili her şeyi söylemez. Belli şeylere değinir ve kalanı için okurdan bir dizi boş alanı doldurarak işbirliği yapmasını ister.” diye yazarken tam da edebiyat (sanat) dilinin bu doğurganlığından, sunduğu imkân ve ihtimallerden söz etmekte ve şöyle devam etmektedir: “Bir metin, alıcısının anlaması gereken her şeyi söylese mahvolurduk.”

Edebiyatta (sanatta) yazarın (sanatçının) ‘anlatma endişesi’ ile okurun (sanatseverin) ‘anlama çabası’nın ortaya konan eserde (sanat eserinde) buluşması ve bu dinamik ilişkiden yeni bir yaratım sürecinin -okurun da dâhil olduğu bir yaratım sürecinin- başlaması -hayatın bütün alanlarında yansımasını bulacak bir yaratım sürecinin başlaması- bireysel ve toplumsal varoluşumuzun niteliğini belirleyecek bir önem arz etmektedir.

İşte, yarının dünyasının ne ve nasıl olacağını belirleyecek olan da, olaylar ve olgular karşısında ufuk genişliği sağlayacak, imkân ve ihtimaller çokluğu yaratacak ‘anlatma endişesi’yle; diyaloğu, hoşgörüyü ve bir arada yaşamayı teşvik edecek ‘anlama çabası’nı birlikte yerine getirebilen o insanlar olacaktır.

Bu yazı toplam 2149 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar