ANNELERİN ÇIĞLIĞI
İlhan Berk, Datça’daki Can şenlikleri sırasında yaptığı konuşmada “şairlerden iyi koca olmaz” yollu birşeyler söyleyip bir zamanlar eşine önceliklerini şöyle sıraladığını aktarmıştı: ” Hayatta benim için en önemli şey şiir, ikinci sırada oğlum, üçüncüsü sen.” Yine, bir dergide Gülten Akın’ın şu kapsamdaki sözlerine rastladığımı anımsıyorum: ”Şairliğimi anneliğimin önüne koymadım.”
Bir anne olarak ben de kendi önceliklerimi düşündüğümde, doğrusunu itiraf etmek gerekirse oğlumla şiir arasındaki seçim bazen Sofie’nin seçimi gibi gelir bana. “Hayatta benim için en önemli kimlik...” cümlesinin ardından duraklarım. Şairlik mi yoksa annelik mi diyeyim diye... Belki de şiirleri de hayata armağan edilmiş bazı çocuklar gibi görmemden gelir bu.
Şiir, öylesine geniş, öylesine büyülü birşey ki. Ve gerçekten iyi bir şair olabilmek için belki de onu herşeyin önüne koymaktan başka çıkar yol yok. Hayattaki bütün diğer kimliklere bir şair bakışı eşlik ettiğinde belki de onların niteliği de değişiyordur. Yani bir şair anne olmak insanı neden daha iyi, daha özel bir anne yapmasın? Pek çok şair, yazar kadın çocuklarının kendilerine “Neden başkalarının anneleri gibi bir anne değilsin?” diye yakındıklarını söylemiştir. Bu sorunun ardında başka sorunlar, toplumsal cinsiyet rollerine dair bir şartlandırma olmalı.
Kadın ve erkeğin şair kimliği söz konusu olduğunda ise, kadın ve çocuğa ilişkin farklı yaklaşım düşündürüyor beni. Kutsal annelik, ayağa dolanan, biraz abartılmış bir kimlik gibi geliyor.
Annelik, kuşkusuz ki hayatta hiçbir şeye benzemeyen önemli bir sorumluluk alanı… Cynthia Cockburn, benim sıklıkla gördüğüm bir rüyayı kendisinin de gördüğünü ve pek çok feminist kadının kendisine benzeri bir rüyadan söz ettiğini söylemişti bana. Rüya şöyle: Benim bir bebeğim varmış, beşiğinde uyuyormuş ama ben dışarılarda çok önemli toplumsal işler peşindeymişim. Bebek odasında yalnızmış ve ben bir türlü evin yolunu bulup dönemiyormuşum. Bebek orada açlıktan ve ilgisizlikten kuruyup çirkinleşiyormuş.
Bu derin suçluluk hali nereden geliyor acaba?
Anne olduğum zaman, dünyaya, dünyadaki diğer çocuklara da daha farklı bir gözle bakmaya başladığımı anımsıyorum. Ama oğlumu kendi “ yüceler yücesi ulusum” gibi görmedim diyebilir miyim? Böyle görmek istemediğim kesin ama kendi oğlumu dünyadaki bütün çocuklardan güzel ve önemli gördüğümü itiraf etmeliyim. Hem, bir ulus, Benedict Anderson’un da saptadağı gibi yüzlerini bile görmediğin insanlarla kendini aynılık hali içinde tasavvur ettiğin bir “hayali cemaat” değil mi? Bir çocuk ise insanın bu dünyadaki en gerçek, en sahici bağı... Bu en gerçek en sahici şeyi ulusa feda ettiğini söyleyen annelerin böyle bir noktaya nasıl getirildiklerini düşünmüş, bir türlü çözememişimdir. Yani şu “vatan sağolsun” sözü nasıl bir kavrayışla söyleniyor? Ulusun evi olan şu vatanın büyük bölümü belki de insanın hayatı boyunca göremeyeceği yerlerdir.
Oraların bir çakıl taşı bile verilmeyecek diye anneler nasıl olur da oğullarını verebilirler ya da başkalarının oğullarını öldürsün diye savaşa gönderirler?
Birgün oğlumun okuluna gitmiştim. Bir bilgi yarışması düzenlenmişti ve Hazar da yarışmacılar arasındaydı. Bir salon dolusu öğrenci vardı. Çevreme bakıyordum ve şöyle düşünüyordum: “Benim oğlum en yakışıklısı”. Bunun çok yanlış bir bakış olduğunun farkındaydım ve yeniden ve yeniden daha tarafsız bir gözle bakmaya çalışıyordum ama sonuç değişmiyordu. Bu tıpkı aşık olduğun kişiyi “dünyanın en yakışıklısı, dünyanın en herşeyi” saymak gibi. Özellikle yeni doğmuş bir bebekle yaşanan ilişki “gerçek aşk”tan başka nedir ki? Sonraları başkalarında böyle sahici ve dolaysız bir aşkı bulamadığımız için acı çekiyoruz belki de.
Anneliğin pek çok kadının diğer kimliklerinin önünü nasıl kestiğini biliyor ve bunun için üzülüyorum. Ama anneliğin bir kadına ne kadar önemli özellikler kattığını da biliyorum.
Ben hep iyi bir anne olmadığımı, olamadığımı söylerim ama oğlum bunu onaylamaz. Belki de onaylasa ne kadar çok acı çekeceğimi bildiğinden yapmaz bunu.
Bazan anne olan bir kadına şöyle bakılır.”O bir anneyse başka hiçbir şey değil yalnızca bir annedir. Yani herşeyden önce ve herşeyden çok bir annedir”. Babalık ise hep ikincil görülen bir durum, biraz daha muğlak bir kimlik… Sonuçta hayatta bağın olduğundan emin olduğun tek kişi annendir. Babada her zaman bir şaibe olabilir. Annelik organik bir durum ama babalık öğrenilen bir kimlik… Bu bir babanın kimi kez bir anneden fazla bebeğine düşkün olmasına engel değil kuşkusuz ki.
Bir annenin hiçbir zaman en birincil sevgisine sahip olunamayacağını, çünkü onun kalbindeki tahtın tutulmuş olduğunu düşünür, bir anne kadının sevgisine talip olan diğerleri. Bu belki doğrudur ama bir kadın, anne olurken sevme ve bağlanma yeteneği öylesine genişlemiştir ki pastanın kendisi büyüdüğünden alınacak pay da çoğalmıştır. Buna böyle bakmak gerek. Bir anne, gerçek aşkın ne olduğunu keşfetmiş olandır çünkü...
Bazen annelik rolü bir kadını öylesine kapsar ki, çevresindeki başka insanlara da bu kimlikle davranmaya başlar ve bu ondan sürekli talep edilen bir durum haline gelir. Ben öncelikle annemin öksüz bıraktığı kız kardeşim ve sonra kendi oğlum için bir “çocuk anne” oldum ve onlarla birlikte büyüdüm. Bu biraz zor bir durumdu. Sonraları çevremdekiler benden annelik beklediğinde paniğe kapılıp kaçmam biraz da yükü zamansız taşımaktan olmalı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, hayatta kendimi en bütünlenmiş, en az yalnız hissetiğim dönem hamilelik dönemiydi. Bedeninde her an mucizevi bir varlığın olduğunun bilgisi insanı nasıl da çoğaltan birşey. Sonra bebek doğar ve her ne kadar senden bir parça olsa da o bir başkasıdır artık. İlk zamanlar, ondan asla ayrılamayacağını, bundan sonraki hayatının her anınını onunla geçireceğini sanırsın. Tutkulu bir aşk halidir bu. Bir süre, içinde bebeğinin adı geçmeyen cümle kuramazsın. Artık hayatının merkezine bir başkası yerleşmiştir. Sonrası ise bir zamanlar oğlum için yazdığım şu dizelerde anlattığım gibi olabilir:
“Nasıl anlatmalı sana
dünya peri padişahının evi değil
çocukları koparırlar annelerin bahçesinden
hayat öfkeli bir öğretmendir.”
Bir annenin çocuğundan koparılması, çocuğun anneden kopuş anı nasıl da korkunç bir andır. Şimdi buradan nereye gideceğime şaşacaksınız. Rea Galanaki’nin İsmail Ferik Paşa’nın Hayatı kitabının muhteşem girişi bir çocuğun anneden kopuş anı anlatısıdır. Gerçi kitabın gerisi beni düş kırıklığına uğratmıştır ama çocukların annelerden devşirildiği şu Osmanlı meselesi Türkiye’yle bazı komşuları arasında kuşaklar boyu aktarılan bir kinin temelini de oluşturmuştur diyebiliriz.
Çocuklarını yitiren annelerin çığlıkları, bu en gerçek aşkın çığlığı, ülkeleri ve dünyayı öylesine kuşatmış ki, bu durumda nasıl iflah olunur bilemiyorum.
Not: Şu sıralar bir kitap tanıtımı için yurt dışında olduğumdan yeni bir yazı yazma fırsatı bulamadım maalesef. Anneler günü vesilesiyle, okuduğunuz yazıyı paylaşmak iyi olur diye düşündüm. Sevgiyle…