1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Antagonistik tolerans ve hoşgörü…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Antagonistik tolerans ve hoşgörü…”

A+A-

 

Mete HATAY

Yüzyıllarca, Kıbrıs’ta bulunan farklı inanca sahip birçok cemaat ve topluluk yan yana yaşamayı başarmıştır, yan yana yaşamak bir yana, zaman zaman, birbirleriyle işbirliğine bile girmekten çekinmemişlerdir.
Tüm bunların yanında, bazı dini mekanlar hem Müslümanlar tarafından, hem de Hristiyanlar tarafından kutsal görülmüş ve yıllarca hiç bir problem yaşanmadan paylaşılmıştır.

Tabii ki bu tür çok renkliliğin birlikteliğini günümüz anlamındaki çoğulcu demokrasiyle açıklayamayız. O dönemlerde, bu tür birlikteliklerin sınırlarını çizen kudretli bir iktidar ve uzantıları vardı. Bu sınırlar özellikle vergilendirmede (Hristiyanlar iki misli vergi veriyordu) ve mekan düzenlemelerinde ortaya çıkıyordu.
Örneğin, Osmanlı idaresinde, çan kulesi yapımını, 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar yasaklamıştı. Hristiyanlar, Osmanlı’ya empoze edilen kapitülasyonlar ve dış güçlerin müdahalesiyle ancak 1856 yılında başlayan ikinci Tanzimat döneminde çan kulelerine sahip olabilmeyi başarmışlardı. Kıbrıs’taki ilk çan kulesi ise 1862 yılında Larnaka’da bulunan St. Lazarus kilisesinin hemen bitişiğine inşa edilmişti. Osmanlı tarihinin bize gösterdiğine göre, İkinci Tanzimat dönemine kadar yeni kilise inşaatına kesinlikle izin verilmiyordu. Köylerine veya mahallelerine kilise yapmak isteyen Hristiyanlar, ancak eski bir kilisenin kalıntıları veya harabesini gösterdikleri taktirde -uzun bir izin alma sürecinden (bazen bolca rüşvet vererek) geçtikten sonra- yeni bir kilise inşasına (restorasyonuna) başlayabiliyorlardı. “Tamir” edilen bu binaların, aynı köyde veya mahallede bulunan camilerden daha yüksek olmamasına her zaman dikkat ediliyordu.

Tüm bu kısıtlamalara bakarak, Osmanlı toleransını daha çok “negatif tolerans” kavramıyla açıklayabiliriz. Felsefeci Michael Walzer, farklılığa karşı katlanmayı, tahammül etmeyi içeren tolerans anlayışını negatif tolerans olarak adlandırmaktadır. Antropolog Robert Hayden’e göre bu tür tolerans anlayışı genellikle antagonistiktir.  Walzer, imparatorlukların genellikle tahammül etme üzerinden kurgulanan tolerans anlayışına sahip olduklarını iddia eder. Ona göre günümüzdeki çok kültürlü, çoğulcu demokrasilerde bulunan tolerans anlayışı daha çok farklılıkları tanımakla; bu farklılıkları teşvik etmekle ve onları hiyerarşik bir ilişki içerisine sokmamakla kendini göstermektedir.
Kıbrıs’taki farklılıkların beraberliğinin geçmişine baktığımızda ise yukarıda da anlatmaya çalıştığımız uzun bir antagonistik tolerans dönemiyle karşılaşırız (Osmanlı dönemi).

Öte yandan, 20. Yüzyılın başından itibaren yükselen milliyetçilik dönemiyle birlikte, sıfır tolerans anlayışı hüküm sürmeye başlayacaktır. Başka bir deyişle, o güne kadar bir nebze olsun tahammül edilen farklılıklar, millîleştirilmeye veya başka bir deyişle tek tipleştirilerek ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Toplumların günlük hayatlarına sızan ve zamanla birbirlerini etkileyen dini etkiler, bu dönemde ayrıştırılmaya çalışılacak veya bu etkileşimin anlamı farklı bir şekilde kullanılan yeni anlatılara dönüştürülecektir. Sözü geçen dönemde, günlük hayatın yaşandığı ortak mekanları tahakkümü altına alacak şekilde birçok yeni kilise yapılmıştır. Kısa bir süre sonra tüm gökyüzünü çan kuleleri kaplamıştır. Osmanlı döneminde sınırlandırılmış olan kilise inşası, bu dönemde adeta bir inşaat patlamasına dönüşmüştür.

Yükselen Yunan milliyetçiliğiyle (Hristiyan tonuyla) adada yaşayan Türkler, ilk başlarda görmemezlikten gelinecekler, daha sonraki yıllarda ise hiçbir siyasi talebi olmayan uysal köylüler ve hatta gizli (kripto) Hristiyanlar olarak dünyaya sunulmaya çalışılacaklardı. Örneğin, yüzyıllardır şifa bulmak için Hristiyanlara ait bazı kutsal mekanlara Müslümanlar tarafından yapılan ziyaretler, artık daha farklı bir şekilde sunulmaya başlanacak ve Rumca gazetelerde ve popüler yayınlarda buralara giden Müslümanların birer gizli Hristiyan olduğu iddia edilecektir.

Bu dönemde yükselen reaksiyonel Türk milliyetçiliği ise Yunan milliyetçiliğinin işaret ettiği bu tür melez gelenekleri, kimliklerini kirleten öğeler olarak görmüş ve “düşmana malzeme vermeme” anlayışı içerisinde bu tür alışkanlıkları ortadan kaldırmaya çalışmıştı. İki milliyetçilik de, 1970’lerin sonuna kadar, kendi etnik tahayyülünün tahakkümü altında tuttuğu kişilerin “Öteki’ne” ait yerleri ziyaret etmesini engellemeye çalışacaktı. Bu dönemde, özellikle basın üzerinden uyarılar ve tehditler yapılması artık olağanlaşmıştı. Örneğin 22 Eylül 1954 tarihli Halkın sesi gazetesinde Yavuz adlı bir yazar tarafından şöyle bir yazı yayınlanmıştı:

“Dohni’den aldığımız bir mektupta, Dohnili bazı Türklerin Apostolos Andrea manastırını ziyarete gittikleri zikredilmekte ve bu hususta acı acı şikayet edilmektedir...... Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı rencide eden bu çok acı olaylar karşısında söylenecek çok şeyler var ama, biz şimdilik bu işin faillerine ‘Yazıklar olsun!’ demekle iktifa edelim. Evet,  yazıklar olsun sizlere ki, bir Hristiyan gibi; puta tapan bir Hristiyan gibi; domuz yiyen bir Hristiyan gibi; biricik Ayasofya’mızı kilise yapmak isteyen bir Hristiyan gibi onların mabetlerine gidiyor, putlarının önünde diz çöküyorsunuz, yalvarıyorsunuz. Yazıklar olsun sizlere ki, ‘Türküm’, ‘Müslümanım’ diye övünüyorsunuz. Yazıklar olsun sizlere ki, Türklüğümüzden, Müslümanlığımızdan utanmadan, sıkılmadan bu şekilde hareket etmekte bir beis görmüyorsunuz. Yazık, çok yazık!”

Etnik tansiyonun yükseldiği ve şiddet olaylarının tırmandığı dönem olan 1958 yılının Nisan ayında ise yaşanan kuraklığa son vermek isteyen bir kısım Rum vatandaşı, Kaleburnu köyünün yakınlarında bulunan bir yıkık kilisede ayin düzenlemiş ve bu ayine geçmişte olduğu gibi bölgenin Müslümanlarını da çağırmışlardı. Papazın duasıyla başlayan bu ayin, Hoca’nın vaazı ve Kuran’dan okuduğu bazı pasajlarla sona ermişti. Tabii, bu olayı Rum basını, Rumlar ve Türklerin hiçbir sorunu olmadığını, geçmişte olduğu gibi kardeşçe nasıl geçindiklerini kanıtlayan bir olay olarak sunmuştu. Bunun üzerine çok sinirlenen Türk milliyetçisi bazı çevreler ertesi gün köye gitmişler ve köyün hocasını dövüp, köylüye yaptıkları şeyin yürütülmekte olan Türk davasına zarar verdiğini söylemişler ve köylüleri de yanlarına alarak köyün yanındaki kutsal harabeyi yerle bir etmişlerdi.

Öte yandan iki ay kadar sonra, bazı fanatik Rumlar da benzeri nedenlerden dolayı Hristiyanlar tarafından da kutsal bir yer olarak kabul edilen ve ziyaret edilen Kırklar tekkesi şeyhi  Yusuf Mehmet Hilmi Efendi’yi şehit etmişler ve Rumların ve Türklerin bu ortak kutsal mekanı ziyaret etmelerini engellemek için ateşe vermişlerdi.

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 2108 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar