‘Anti-popülistler’ veya Elitizm
‘Anti-popülistler’ veya Elitizm
Mertkan Hamit
[email protected]
Popülizm ve Elitizm
Son zamanlarda, ekonomi ile ilgili yapılan düzenleme, karar ve uygulamaların temel meşruluk noktalarından biri dile getirilen uygulamanın ‘popülizmden’ uzak olmasıdır. Kitle iletişim araçlarında, popülizm denen şey şeytanlaştırılırken, popülizmden ne demek istendiği tam olarak dile getirilememektedir. Ancak, anlam dünyamızda, siyaset veya ekonomide yapılan popülist uygulamalardan vazgeçilmesi uygulanamayan, işe yaramayan veya zarar veren uygulamaların terk edilerek etkin politikaların tercih edildiği anlamına gelmektedir.
Hâlbuki, kapitalist dünya düzeninde popülizm, şeytanlaştırılmış anlamının yanında, kendine ait bir anlama da sahiptir. Yaygın anlamının yanında popülizm/halkçılık; ‘kitlesel çıkarların engellenerek, belli bir elit grubun çıkarlarının kollandığı koşullara karşı, halkın isteklerini hedef alan politikalar uygulayıp, çoğunluğun taleplerinin gerçekleştirilmesi’ anlamına da gelir. Yani nötr olarak ele alacak olursak, popülist olarak adlandırılan bir uygulamanın, olumsuz sonuçlar doğurması şart değildir. Ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık, sokak aydınlatması, işletmelerin ücretsiz internet sağlaması gibi uygulamalar popülist uygulamalardır.
Bu noktada, halk tarafından gelen talepleri ‘popülist’ yaftasıyla reddeden, burun kıvıran ve bu politikaları değersizleştirenlerin de, hiçbir kriter gözetmeyenlerin de, ekonomik anlamda ‘elitist’ davrandığını söyleyebiliriz. Üstelik Kuzey Kıbrıs şartlarında, ekonomi dahilinde ‘elitizm’ ile vurgulanan, sadece yerel bir çıkar grubunun istek ve ihtiyaçları ile sınırlı değildir. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta kendine biçtiği ve bazı hızlı sosyalistler tarafından mutlulukla karşılanan, ‘Türk işi Troyka’ modeli, hem var olan çıkar gruplarına hizmet eder, hem de Türkiye’nin bölgedeki jeo-stratejik emellerinin siyasi zeminini hazırlar.
‘Jet-sosyalistlerimiz’ Kıbrıslı Türkler ile Türkiye arasındaki siyasi ve ekonomik uyumu bir başarı hikâyesi olarak anlatadursunlar, dünya tahayyüllerinin sistem-içi algılara hapsolduğundan olsa gerek, sol değerler üzerinden siyasete ve ekonomiye dâhil olmayı, ancak ‘modaya uyumluluk’ kıstaslarına göre anlamlandırırlar. O yüzden hem ‘modası geçmiş sol değerler’ gibi absürd varsayımlar yapar, hem de ‘ekonomik akla uygun’ biçimde sol mücadele tarihinin tüm külliyatını görmezden gelirler.
Türkiye hükümetine biat ederek yönetmeyi kabul edenler, Kuzey Kıbrıs’ta ekonomiye dâhil olan iktisadi aktörler daha iyi öngörü yapan sahte peygamberlerdir. Varsayımları ve uygulamaları başarısız sonuçlar getirmiştir. Üstelik her başarısız girişimin ardından, Kıbrıslı Türk siyasi iradesinin de zarar görmesine neden olmuştur. Biat edenler ve biat etmiyormuş gibi yapanlar mevcut koşulların katmerlenmesinden başka bir sonuç ortaya çıkaramamıştır.
Aslında ekonominin toplumsal bir mesele olduğunu kabul edemeyen matematik dehalarının başarısızlıkları sadece Kuzey Kıbrıs’ta değildir. Güney Kıbrıs, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi çevre ülkelerinde, hatta farklı bir boyutta Türkiye ekonomisinde de sorunların olduğunu biliyoruz. Adı ister Troyka, ister Türkoyka olsun tepeden inme paketlerin başarısızlığı sadece işin matematiği ile ilgili değildir. Kısaca, ‘sahiplenme sorunu’ olarak bilinen empoze paketlerinin problemi sadece içerik değil, ayrıca uygulamaya elverişli olmamasıdır.
Kapsayıcı ya da Dışlayıcı Olmak
Daron Acemoğlu ve James Robinson (2012) tarafından ele alınan ‘Why Nations Fail?’ isimli kitap önemli bir noktayı dikkatimize getirir. Acemoğlu’na göre, ekonomik mesele sadece akılcı bir maliyet hesabıyla anlatılacak kadar insan-dışı değildir. Ekonomiden söz ediyorsak, bu söylenenlerin yanı sıra, ekonomik aktörleri de hesaba katmak gerekir. Acemoğlu, ortaya koyduğu kapsayıcılık ve dışlayıcılık ikilemiyle, ekonomideki gelişmenin sadece mali politika belirlemekle yeterli olmadığı, aynı zamanda ekonomik aktörlerin -toplumun- ekonomik karar alma süreçleriyle ne kadar uyumlu olacağını da ortaya koyar. Bu açıdan da demokratik yapı, sosyal koşullar ve buna sirayet eden ortak aklın önemi ortaya çıkar. Ortak aklın sadece kapitalizmin dayattığı ‘neoliberal akıl’ olarak değil, bölgenin ekonomik ilişkilerinin yarattığı sorunların çözümü olarak benimsenebileceği bir duruş olabileceğinden bahseder.
Sosyalist veya kapitalist ekonomik anlayışın ötesinde, gücü elinde bulunduranların, toplumun yönetime dâhil edilme ve güç ile kendi ilişkilerini oluşturma noktasında, bir dengesi vardır. Mesela, Sovyet döneminde devletin topluma sunduğu birçok olanağa rağmen, zaman içinde belli bir ‘seçkinler sınıfı /nemenklatura’ oluşması engellenememişti. Oluşan bu Sovyet elit sınıfı zamanla toplumdan uzaklaşırken, burada oluşturulan güç dengesinin genel ekonomik aktörlerce hoşnutsuzlukla karşılandığını biliyoruz. Seçkinler arasındaki işbirliği, bir süre iktidarı devam ettirebilmiştir ancak ekonomik çöküşün önüne geçilememiştir.
Benzerini, Türkiye örneğinde de görebiliriz. 2001 sonrası şekillenen yeni ekonomik yapı içinde, Kemal Derviş’in Türkiye’de uyguladığı çoğu neoliberal reform herhangi bir etki yaratmadı. Ekonomik altyapı neoliberalizmle uyumlaştırılmasına rağmen, istenilen hedeflere erişememesi, aynı programı bu sefer Avrupa Birliği ve demokratikleşme söylemiyle birinci AKP hükümeti uygulamıştı. AKP’nin bu programı uygulaması uzun süre dışlananları temsil edebileceği iddiasını taşımış, kitleleri ikna etmesiyle ekonomik çarklarda dinamizm sağlanmıştı. (1)
İlk AKP dönemi, Türkiye’deki çeşitli katmanların birbiriyle buluştuğu ve kökleşmiş tıkanıklıkların açılmasına önceki iktidarlara görece fırsat veren bir görünüm yaratmıştı. Ancak, süreç içerisinde AKP’nin ‘yeni Türkiye’ algısı oluşan bu ortak-aklı dönüştürdü. Yeni ittifaklar ve oluşturulan yaklaşımlar kapsayıcı bir iktidar olmaktan, yeniden dışlayıcı bir iktidar yarattı. Bu noktada, kapsayıcı iktidarın yerine geçen dışlayıcı mekanizmalar, siyasette kadını, genci, entelektüeli, mağduru dışlamaya başladı.
Yeni Türkiye ekonomisi, kaynak bağımlılığı, emek sömürüsü, doğanın talan edilmesi üzerinden oluşturmuş bir anlayışla hareket eder. Oluşan yeni koşulların yarattığı AKP seçkinleri neo-muhafazakar hayat tarzlarıyla ihtişam içinde bir Türkiye’de yaşarken, meydanlardaki talepleri popülizm olarak anlamlandırır. Üç beş ağaç deyip, ekonomik aklın dayattığı AVM’leri mümkün olan her yere yapmak için kendi vatandaşına şiddet uygulamaya çekinmez. En az üç çocuk deyip, insanın yaşamını fonksiyonel olarak ele alarak, onun ancak ekonomik üretim sürecine dahil olmasıyla hayırlı olabileceğine inanır. AKP’nin dışlayıcı iktidarı, acımasız bir biçimde beden üzerinde politika yapar, fonksiyonel anlayışıyla dahil olmayan gruplara acımasızca yaklaşır.
Kuzey Kıbrıs’ta Kapsayıcılık ve Dışlayıcılık
Son olarak Kuzey Kıbrıs’taki dışlayıcı/kapsayıcı ikilemine bakalım. Ekonomik anlamda refahın arttığı dönemin Annan Planı sonrası ilk dönem olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde her ne kadar da, emlak piyasalarından kaynaklanan bir büyüme yakalanmış olsa da, mevcut 1)Çözüm Siyaseti ve 2) Avrupa Birliği istenci temel motivasyon unsurlarıydı. Bu iki politika kapsayıcı politikanın yeni diliydi. Buna paralel olarak, aynı dönemde uzun zaman ekonomide dışlanan ‘solcuların’ daha rahat hareket edebildiğini, aktörler arası sinerjinin yaratıldığını, farklı sektörlerde sermayenin girişimci bir nitelik kazandığını da gözlemledik.
Bu başlangıç umut verse de, Çözüm Siyaseti ve AB istencine dayalı ekonomik motivasyon hızlı bir biçimde eridi. Siyasi irade, kısa sürede TC Elçiliği’nin etkisine ve finans matematiğine kapatıldı. Bütçe disiplini denilirken, yeni bir ‘seçkin sınıf’ yaratılmaya başlandı. Yaratılan seçkin sınıfın, popülizmden uzak ‘istekleri’ karşılanırken, geriye kalanlara yani ücretlilere, esnafa ve işçilere yönelik dışlayıcı bir tavır gelişti.
Popülist gürültüye pabuç bırakmamaya çalışırken, ekonomik anlayış hızlı bir biçimde ‘seçkinlerin çıkarlarına’ dönük bir hale geldi. Bu dönem yaratılan Kıbrıslı Türk seçkinlerinin ‘aklına’ ve ‘cebine’ yönelik açılımların temel çıkmazı federasyon siyasetiydi. Eş zamanlı olarak federasyon siyaseti ile ekonomik gelişme paralel hareket etmeliyken, tam tersi yönde strateji benimsendi. İktidarın büyüsü, özellikle federasyon konusunda ‘taviz’ verilmesine neden oldu.
İlk iktidar döneminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, ikinci kez iktidarda olan CTP’nin seçilmesi, UBP ahbap-çavuş ilişkisinden, daha kapsayıcı bir ortamın yaratılması için birçok kişi tarafından fırsat olarak anlaşıldı. Ancak, hem iktidar partisinin ekonomi konusunda yaptığı açılımların, hem de benimsenen TC-KKTC ekonomik programında, yeni bir duruş sergilenememesinin başarısızlığı, ‘popülizme karşı olmanın bir sonucu’ olarak hikâyelendirilmektedir.
Sorun, popülizm meselesi değildir. Tam tersine hükümetin elitist tercihlerinden ötürüdür. Sadece 2014 yılı vergi listelerini dikkatli bir biçimde inceleyerek yaratılan dışlayıcılığı ve ikame edilmiş ‘seçkinler’ ilişkisini görebiliriz.
İkincisi, sosyalist bir partinin en azından toplum tarafından benimsenen konulara yönelik politikaları ‘fazla halkçı’ bulduğundan ötürü şeytanlaştırması, burs, göç yasası, bürokratik hantallık gibi konularda ağzını bıçak açmaması da kapsayıcı niteliğinden yoksun olduğunu göstermektedir.
Son olarak ve belki de en önemlisi, bazılarının denk bütçe ve matematik takıntısından ötürü, çözüm siyaseti konusunda taraf olamamak -iradesizlik- bölgenin kimseye ait olmayan bir yer olduğu imajını yaratmaktadır. Çözüm siyasetinin yaratacağı ekonomik iklimi, federasyonu ve federal kültürü sadece Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik bir martaval olarak görenlerin kapsayıcı bir politika benimsemesi ve yeni bir ekonomik sinerji yaratabilmesi mümkün değildir.
(1) Türkiye’deki 2001’den bugüne kadar gelen süre içinde tek faktörün bu olmadığını belirtmemde yarar vardır.