1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ARAMADAN BULMAK
ARAMADAN BULMAK

ARAMADAN BULMAK

Kendi deneyimin en temeline ulaşan bir insan daha ilk adımında nasıl bir yaşam istediğini, en içindeki gerçek duyguların ve vazgeçemeyeceği arzuların neler olduğuna dair net bir görüşe sahip olabilmelidir.

A+A-

 

Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@ yahoo.com

Bir şey var ki her daim ordadır. Huzur derken genellikle bunu anlarız. Her daim orda olan şey olmak, onu hissetmek. İnsan ister böyle bir şey olsun yaşamında. O öyle bir şey olsun ki, onu bulmak için bir şey yapmamıza gerek olmasın. En kötü ya da çaresiz anlarımızda çıksın ortaya ve kurtarsın bizi. O öyle bir şey olsun ki dışımızda olmasın, hemen bulabilelim onu, kaçıp gitmesin kolayca peşinden koşmamıza gerek olmasın. Tesadüflere bağlı olmasın varlığı onun; çok sağlam bir dost gibi olsun; bizi koşulsuz seven, bize doya doya zaman ayırabilen.

O öyle bir şey olsun ki, sorunlarımızı çözebilelim onunla, yaşamın güçlükleri katlanılır olsun, hatta daha da iyisi onları güçlük gibi değil keyif veren zorluklar gibi görebilelim. Peki var mıdır böyle bir şey? Hiçbir şeyden etkilenmeden duran, her an gülümseyen, hiçbir şeyi sorun olarak görmeyen, her şeyle beraber akıp giden sağlam bir varlık var mıdır, bağlantı kurabileceğimiz ya da bizzat kendisi olabileceğimiz?

Bu soruya cevap vermek oldukça güç görünüyor, bu kadar güvensiz, belirsiz ve sahteliklerle dolu bir dünyada çoğu kimse buna hayır diyecektir. Ki ayrıca bu Tanrı’yı çağrıştıran bir kavram, değişmeyen, sağlam bir huzur noktası arayışı tanrı kavramına başvurmadan anlaşılabilir mi?

Şimdi bu noktada konuya akılla bir cevap bulmaya bir süre ara vererek, deneyimlerin doğrudan bilgisine başvurmayı deneyelim. “Gerçekten var olanı” deneyimlememizle bu soruya sağlam bir cevap bulmamız mümkün olabilir. Kendi içinde gerçek bir huzur bulmaya karar veren kişi için genellikle herkesin başvurduğu yol öncelikle bu konuda başkalarının ne söylediğine bakmak, çevresinde güvendiği insanların, ya da sevdiği yazarların, kitapların görüşlerine başvurmak olacaktır. Ancak büyük bir şansızlık eseri kültürümüzde baskın olan eğilimler konuyu felsefi zemine çekerek bulanıklaştırmak ve düşüncenin konusu haline getirmek ya da dinsel zemine çekerek onu inanç meselesine indirgeyerek insanların “gerçek deneyime” ulaşmalarını engellemektir.

Eğer şanslıysa ve ısrarcıysa kişi sonunda bu işin ne düşünce gücüyle ne de salt inançla çözülemeyeceğini; anlam ve huzur arayışının yaşam boyu sürecek meydan okumalar, ödüller, zorluklar ve gerçek bir büyümeyle sonuçlanabilecek bir yol olduğunu anlayabileceği bir görüşe ulaşabilir.

Kendi deneyimin en temeline ulaşan bir insan daha ilk adımında nasıl bir yaşam istediğini, en içindeki gerçek duyguların ve vazgeçemeyeceği arzuların neler olduğuna dair net bir görüşe sahip olabilmelidir. Ancak bu görüşünü de kaybetmemek için sürekli onu pekiştireceği çalışmalar yapmalıdır. Bir insanın kendisinde deneyimlemesi gereken belki de en temel duygu budur: hakikaten kim olduğu ve yaşamını nasıl bir tutumla sürdürmenin onun için ölüm kalım meselesi olduğu. Bu tutumu kendisi için kazanmamış, onu bir kez kazandıktan sonra da onu yaşamının en önemli uğraşı haline getirmemiş insan yarım yamalak bir varoluş sürdürmez mi?

Birçoğumuz şunu anlamıyoruz: Bu dünyada herkesin bilebileceği dışsal, nesnel şeyleri bilmek çok kolaydır ve bize gerçekten de derin bir anlam ve mutluluk vermezler. Bu dışsal bilgilerle kendimizi doldurmak, ün ya da para peşinde koşmak kadar boştur. Genel kültür ve hobilerin insan yaşamında değerli bir yeri vardır, ancak eğer kendimiz için temel olanın bilgisine, ruhuna, duruşuna sahipsek.

Yaşam yaşanmaya değer görünüyorsa, her anı boşa geçirilmeyecek kadar kutsal bir özenle yaşanıyorsa eğer bizim varlığımızda değerli demektir. Kendi varlığımız yaşamdan ayrılabilir mi? Yaşamı nasıl algılıyorsak biz de oyuz. Bu algılama işini de bizzat biz yapıyoruz.

Şimdi, insan deneyiminin temeli olarak bahsettiğimiz bu “kaçınılmaz ve vazgeçilmez olan” duygusu nedir? Kulağa çok garip gelecek ama insanın farkında olmadan en çok göz ardı ettiği şey, kendi mutluluğunun sorumluluğunu almaktır. Bu sorumluluğu almamamızın iki nedeni özellikle belirgindir. Birincisi gerçek mutluluğumuzun ta en başından beri tam ve eksiksiz olarak “burada” durduğunu unutmamızdır. İkincisi ise bunu fark edip yaşayacak olanın sadece ve sadece biz olduğumuz gerçeğine gözümüzü kapatmamızdır. Ne bir yere gitmeye, ne dersler almaya ne de kitaplar okumaya gerek var. Güç, para, sevilmek gibi kaynağı bizim dışımızda olan şeylere bile gereksinimimiz yok. Hakikat, anlam ve sevgi biz aramadığımız sürece tam olarak bizimle birlikteler. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz ki, onlar bizzat biziz. Onu aramadığımız sürece diyoruz çünkü kendimiz olan şeyi nasıl arayabiliriz ki? Onu arayan zaten aradığı şeyin ta kendisiyse onu nasıl bulacak?

Peki nasıl vazgeçeceğiz aramaktan? Elbette bunu başarmak için yapmamız gereken arayan zihni bulan zihne dönüştürecek bir uygulamaya kendimizi adamamız. İnsan ne zaman ki aramaktan yorulur ve artık bir sınıra dayanır sonunda, o zaman bırakıverir aramayı, bir şeylerin peşinden koşmayı, o andan sonra da yaşamı bir eğlenceye, sorgulamadan cevapları görmeye dönüşür.

Bu radikal dönüşümü gerçekleştirmek insanın yaşamında olup biten, düşündüğü ve yaşadığı her şeye tarafsız bir gözle bakmayı gerektirir. Böyle bir tarafsızlığı sürdüren kişi sonunda dilin nasıl tutsağı olduğunu kavrayıverir. Yeni ve üstün bir kullanımı gereklidir ona, dünyayı bölüp parçalamayan bir dil.

Aramak ve Bulmak

Biz düşünürken aramayı ve bulmayı birbirinden ayrı iki olay gibi algılarız. Belki bir nesneyi ararken durum böyle olabilir. Ama iş kendimizi aramaya geldiğinde nesnelere uyguladığımız yöntemi uygulayamayız. Yani kendimizi, kendimizle ilgili en temel gerçekleri bir nesneyi arar gibi arayamayız. Anlamı, hakikati ve huzuru nerde arayacağız? Onlar aranabilen şeyler midir? Onları aramamalıyız, onları bulduğumuzu düşünmemeliyiz. Çünkü onlar aranabilecek şeyler değil, aramanın ta kendisi huzurumuz kaçırmaktan başka bir işe yaramaz. Gerçekten kaçmak sonu olmayan bir uçurumdur. Yapabileceğimiz tek şey bütün acımızla, hatalarımızla, mahvolmuşluk ve değersizlik hislerimizle apaçık bir karşılaşma yapmak.

Çok basit düşünelim. Huzur ve hakikat eksik olabilir mi? Eğer o bir tamlık ve bütünlük haliyse o zaman arama durumu içinde onu bulamayız. Ancak eksikliğimiz, acımız ve bütün sorunlarımız bize eksiklik gibi gelmiyorsa onlara rağmen bütün ve eksiksiz olabiliriz. Eksik olduğunu hisseden ve bu nedenle zaten tam olamayacağı duygusuna kendisini hapseden bir insan bütünlükten uzak demektir. Eksik, hatalı ve değersiz olmanın tam anlamıyla bütün, kusursuz ve değerli olan olduğunu görebilmesi gerekir. Bu sadece bir düşünce değil, yaşamının bütün olaylarına ve anlarına yansıyan ve her yerde kendini ifade eden bir kendiyle barışma halidir. Bu sadece kendimiz için değil, çevremizdeki barış için de en gerekli koşuldur. Düşünün bir, sürekli kendini eksik ve değersiz hisseden, evrenin nesnel büyüklüğü karşısında kendi öznelliğini bir hiçlik gibi gören insanlardan oluşan bir toplum nasıl barış içinde olabilir?

Tam olmanın uygulaması dünyasal eylemlerimizi durdurarak kesin bir kararlılıkla iç dünyamıza yönelmektir. Kendimizle barışabilmek ve mükemmel tamlığımıza erişebilmek için önce bizi oyalayan her tür kaçış deliğini kapatmak durumundayız. Bir odada yalnız ve sessiz bir şekilde oturarak, dinmeyen varoluşsal sıkıntımızla karşılaşma cesareti göstermeliyiz. Öylesine keskin bir kararlılıkla oturalım ki, karşımıza ne çıkarsa çıksın onu izleyebilme, bilincine varabilme gücümüz olsun. “Ben bugüne dek kendimi erteledim, ya çok çalışarak ya çok boş vererek, ya kendimi acılara ya da zevklere kaptırarak kendi basit halimin güzelliğini ve huzurunu unuttum. Bütün arayışlarıma, mutsuzluklarıma onların kendilerini son bir defa yaşamalarına izin vererek veda ediyorum. Yaşam suçluluğa kapılmadan, sahte sorumlulukların ağırlığı altında ezilmeden yaşanacak bir fırsat, onun bütün derinliğini ve hakikatini yaşamımı tümden onaylayarak takdir ediyorum.” Bu belki de her gün tekrar etmemiz gereken bir duadır.

Konuşma ve Sessizlik

Bize dayatılan ve bizim de inanmayı seçtiğimiz bir başka bölünme sessizlik ve düşünmenin zıt olduğu, gürültü ve huzurun karşıt olduğudur.

Sessizliği kaybettik çünkü onu konuşmanın dışında aradık. Sessizliği düşüncelerin, konuşmaların olmaması olarak anladık. Bu son derece gerçekdışı bir arayış. Sessizlik sözcüklere rağmen sessizliktir. Bebek ağlar ama siz huzurlusunuz. Onun ağlaması acıktığını ya da ilgi istediğini gösterir: yaşadığının ve büyüdüğünün bir kanıtı. Düşüncelerimizin bağırması da yaşamımızın ağlamasıdır. Yapılması gerekeni yapma çağrısıdır. Çünkü ilgilenilecek işlerimiz, sevdiklerimiz, uğraşlarımız var. Bunlar üzerinde yaratıcı ve ilgili bir şekilde düşünmeliyiz. Basmakalıp çözümler yerine kendi orijinal çözümlerimizi bulmalıyız. Herkesin yaptığını yaparak düşüncemizi susturamayız. Çünkü bizim yaşam koşullarımız tamamen bize özgüdür, bizim zorluklarımıza biz esnek ve yeni yaklaşımlarla yaklaşmalıyız. Düşünmemizin işlevi yaşamsal sorunlarımızla etkin ve mutlu bir şekilde baş etme keyfini yaşamaktır. Bütün bu gürültünün sessizliği bozmadığını anlarsak gerçek sessizliğe kavuşmuş oluruz. Yaşadıklarımızla, bulduğumuz çözümlerle, mükemmeli aramadan ama elimizden gelenin en iyisini yaparak içsel huzuru yakalarız. Önemli olan mücadele etmiş olmamız, elimizden geleni yapmış olmamızdır.  Sonunda kalan iyi ve kötü şeylerde başka şeylere dönüşecektir zaten.

 

Burası Ve Ötesi

Yaşamımızı bir de burada ve şu anda olanla ötede olan arasında ikiye ayırdık. Burada olan ötede değildir. Ötede olanda burada değildir. Kapamamız gereken devasa bir uçurum. Geçmiş ve gelecek şu andan uzaktadır diye düşünür ve algılarız. Sonsuz uzaydaki varlıklar buradan uzaktadır. Kendimizi zamansal ve mekânsal olarak küçük bir an ve küçük bir yere hapsettik. Bunu tartışmak bile çok saçma görünebilir ve zaman-mekan tabumuz tabularımızın neredeyse en güçlülerindendir. Peki gerçek nedir? Ne geçmişin ne de geleceğin ne yakının ne de uzağın olduğunu söylesek bu ne anlama gelir? Bunu deneyimlemek bir yana düşünmek bile mümkün görünmez. Aslında çok kolay yanlış anlaşılan bir konu, şu an yoktur diyemeyiz, ama şu an ve burada dediğimiz şeyin bütün zaman ve mekanları kapsadığıdır gerçek olan. Varoluşun belli bir zaman ve mekan noktasını onun devasa alanının bir noktası olarak sahiplenir ve onda konumlandırırız kendimizi. Böylece o devasa alanın kaynaşık ve dinamik bütünlüğünü gözden kaçırırız. Ancak ve ancak bu konumlanmanın sadece sonsuz küçüklükte bir nokta olduğunu duyumsayarak, aynı anda hem bu konumlanmayı hem de onun arkaplanını oluşturan zamansız ve mekansız bütünlüğü duyumsayabilirsek kendimizi gerçek bir varoluşun içinde bulabiliriz.

Bunu nasıl başaracağız peki? Eşzamanlı olarak hem bütün sınırlayıcı düşünce ve duyumlarımız gözlemleyebilmeli hem de bu gözlemin yoğunluğuyla dağılan noktanın ardından gelen duyumsamaları kendimizin engin bütünlüğü olarak yaşamayı öğrenmeliyiz.

Yazının başında değişmeden duran, her daim var olan huzur ve anlamdan bahsetmiştik. Bu sarsılmaz huzur ve anlam hep orda dursa da gözümüzden kaçmaktadır, çünkü algılama biçimimiz yılların koşullanmalarıyla sabitlenmiş ve katılaşmış bir durumdadır. O halde bu katılaşmayı nasıl çözeceğimiz, kendi dar görüşümüzü sonsuzluğun içinde nasıl eritebileceğimizi keşfetmeliyiz. Çok yoğun bir çalışma gerektiriyor bu. Çalışma sözcüğü bizi korkutmamalı, çalışmak yaşamak demek. Önümüzdeki fırsatın ve potansiyelin büyüklüğünü düşününce hiçbir çalışma yorucu ya da sıkıcı olamaz. Sonsuzlukla kaynaşmış dururken yaşama gelmekle katılaşıp yoğunlaşarak tekil, özel bir varlık halini aldık. Ama bu katılaşma halimiz aynı zamanda ruhumuzu da bir mengenenin içine sıkıştırdı. Katılaşarak bir benlik oluşturan varlığımız tam olarak kendisi olduğunda bu oluşmadan önceki varlığı da olması demektir. Çünkü hiçbir şey kendisini oluşturan unsurlardan bağımsız olamaz. Hiçbir varlık somut bir varoluş haline gelişini doğuran koşulları görmezden gelemez.

Sanırım gerçek bir huzur ve anlama ulaşamamızın en önemli nedeni bize bu somut yaşam olanağını veren unsurların ve koşulların varlığını artık algılayamaz, takdir edemez hale gelmiş olmamızdır. Kendini beğenmişliğimiz, küçük dağları ben yarattım havalarımız bizi bir yere vardırmıyor. Kendimizi sevmeden önce biraz tokatlayım, kendimize gelmekte yarar var.

Bir sonraki yazıda benliğimizdeki katılaşmayı nasıl çözebileceğimizi daha derinlemesine tartışacağız.

 

 

Bu haber toplam 4470 defa okunmuştur
Gaile 437. Sayısı

Gaile 437. Sayısı