Arkadaş Ölümü
(1975’in koşullarında, bir grup arkadaşıyla iki-toplumlu “Yeni Kıbrıs Derneği”ni kurma cesaret ve vizyonunu gösteren ve 1980’lerde yolumuzun kesişip arkadaş olduğumuz Jus Bayada (Gius Payiatas) vefat etti. Çok derin üzüntü içinde olduğumdan, bu haftaki yazımda, onu anlatamayacak kadar güçsüzüm.
Bu nedenle, bazı yakın arkadaşlarımın ölümü üzerine 5 Eylül 2007 Yenidüzen gazetesinde çıkan makalemi yeniden sunarak duygularımı ifade etmek istiyorum.)
***
İnsan, değer verip saydığı, güzel günler geçirdiği arkadaşlarını “ölüm” ile yitirince, iki türlü ölüm acısı yaşar. Hem arkadaşınız hem de kendiniz ölmüşsünüzdür bir yerde. Ölüm arkadaşlığın ortak kaderi gibi olur. O ölmüşse, neler olmuşsa, nasıl hayatı bitmişse sizin de bitebilir. Arkadaşlık gibi “ölüm”e de arkadaş olursunuz.
Kapıyı önce Göksen açtı. Bir Cumartesi, Eczanesi'ni iyi iyi kapattı, bir daha da açamadı. Apansız “akut lösemi” teşhisiyle hastahanelerde yattı ve Londra durağında vefat etti. Üç ay sürdü yaşam mücadelesi. Ölürken vasiyet bıraktı; mütevazi kişiliğini gölgelememek için ölüm ilanları istemiyordu. Sade bir şekilde gömüldü..
Aynı meslekten oluşumuz ve tesadüfler bizi arkadaş yapmıştı. Eczanemi açalı 1 yıl olmuştu. Bir gün kapıdan beyaz mini etekli, sütlü çikolata tenli ve düzleştirilmiş uzun siyah saçlı, makyajsız bir genç kız girdi.
Ankara'dan mezun olmuştu. İş buluncaya kadar bende çalışmak istediğini söyledi. “Gel” dedim. 1974 savaşına kadar, sarı kaplumbağa arabamla Kıbrıs'ın dört bir yanını geziyorduk. Baf'ta oturan annesini ziyaret eder, hafta sonları Girne Kale arkası veya Mare-Monte'de ya da Yılan Adası'nda denize girerdik.
Veteriner dairesinde iş bulmuştu. Sonra evlendik, çocuklarımız oldu. Benim gittiğim uluslararası toplantıların bazılarına katılırdı. 1991'de Washington D.C, New York ve Niagara Şelalesi'ni beraber gezdik. 1992'de Lyon'daki toplantıdaydık. Paris'i görmemişti. Hatırı için trenle Paris'e geçtik. Bir haftalık toplantı yorgunluğum nedeniyle ona Paris’i tur alarak gezmesini önerdim.
Bitkin şekilde otele varıp dinlenince ayaklandım, “seni ben gezdireceğim” dedim. Metro alıp merkeze gittik, sonra 3-4 saat yürüyerek Paris'in en gözde yerlerini ona gösterdim. Ayak tabanlarımızda kandil oluşmuştu. Ertesi gün de Louvre müzesi, Mont Parnas ve Eyfel Kulesi'ni gezdik. Bol bol kahve içtik. Güzel yerlerde yemek yedik.
Ani ölümünün verdiği üzüntüyü bu güzel anılarla unutmaya çalışıyorum.
Ulus Baker öldü öleli bir şeyler yazmak istiyorum. O aileyi teyzesi Duygu Orhon ve annesi Pembe Marmara, babası Dr. Sedat Baker ile olan dostluğum nedeniyle iyi tanıyorum. Yıllarca süren bağlarım, bana ailede her zaman bir felakete hazır olmayı öğretti. Ulus’un bu yaşta ölmesini beklemiyordum. Doğdu doğalı (1960) anne babasının ayrılıklarıyla Türkiye/Kıbrıs arasında savrulması yetmemiş gibi 18 yaşındayken babasını, 24 yaşında annesini kaybetmişti. Çok saygın bir entellektüel olmuştu ama hayatını idame ettirmede zorlanıyordu. Sağlığına bakmıyordu, yemek yemiyor, çok içki içiyordu. Çevre ve düzenden kopuk, zamandan ari bir yaşam sürüyordu.
Kıbrıs'taki ailesinden, sürekli pasaport, kimlik kaybettiğini, doktora sınavının gününü kaçırdığını duyardım. Onu 1 kez 1976'da, annesiyle yaz tatili için İstanbul'dan geldiğinde görmüştüm. Sedat bey, Pembe hanım Ulus ve ben bir akşam bahçeli bir yerde akşam yemeği yemiştik. Ulus ortaokulu Sen Benoit Fransız okulunda okuyacaktı. Babası gurur duyuyordu. Bambaşka bir insan olduğunu farketmiştim. Küçük bilgisayarı ile oynuyor, bizim konuşmalarımızı duymayarak kendi aleminde düşünüyordu. Ölçüye girmeyen bir zekası vardı bu nedenle ''normal'' sayılacak her şeyin dışında tutuyordu kendini. Nitekim Türkiye'deki öğrencilerinin, akademik, sosyalist ve entellektüel çevrenin beğeni ve sevgisini kazanmıştı.
Ulus'un ölümünden kısa bir süre sonra İlgün Kalfaoğlu'nun ölüm haberi geldi. Ne bağlantı demeyin, İlgün, benden önce ''Bakkal Yusuf ailesi''nin müdavimlerindendi. Duygu Orhon ile İlgün, liseyi bitirince ODTÜ'de beraber okumuşlar, kardeşten öteye arkadaşlık kurmuşlardı. Hatta İlgün, kızının adını Duygu koymuştu.
Ben İstanbul'dan Kıbrıs'a dönünce yeniden buluştuk. Duygu mükemmel bir insandı ama alkole alışmıştı, günlük yaşamında sıkıntılar çekiyordu. İlgün ve ben Duygu'nun içkiyi bırakması için çok uğraştık. Onu ikna edip 1987'de İstanbul'da tedavi olmasına önayak olmuştum. Birkaç kez ziyaretine de gitmiştim. Benim gibi İlgün de Duygu’nun tedavisinin başarılı olmasından mutluydu. Çok sürmedi, Duygu'nun yeniden içkiye başladığını öğrendik. İlgün çok bozuldu. Duygu’ya kırıldı. Ben ise onu böyle kabul etmem gerektiğini ve değiştiremenin mümkün olmadığına kanaat getirip, ölünceye kadar Duygu’nun yanında oldum.
Bir süre sonra İlgün eşinin görevi nedeniyle Londra'ya gitti. Duygu ölmemişti. İlgün orada uzun yıllar kaldı.
Ben ve çoğu insan Duygu’nun alkolden ölecek korkusunu yaşarken MS hastalığına yakalandı. Bu yetmedi dil kanseri tanısı kondu ve 2002 de öldü.
Duygu için kaygılanan İlgün ise onun ölümünden 5 yıl sonra kanser hastalığına yakalanıp öldü.
5 Eylül 2007 Yenidüzen