Artık yeter!
Kaç cenaze, kaç ölüm, kaç mezar... Kaç kuyudan kaç kişinin çıkarılmasına tanıklık ettim, kaç ailenin gözyaşları ıslattı kalbimi, artık yeter!
Artık yeter!
Hepimiz insanız: Bu küçücük adada, senin kaşının üstünde gözün var, senin saçın siyah değil kahverengi, sen Türkçe konuşun, sen Rumca konuşun deye deye yüzlerce insanımız telef edildi, bir hiç uğruna... İster Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsunlar, insanlar öldürüldü... Kimlerin çıkarı için yapıldı bunlar? Bir avuç Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum aile "zengin" edilsin diye yapıldı... Bir avuç para babası yaratıldı bu topraklarda, yeyip içip zartta çeksinler sırtımızdan diye...
Bunları kurgulayıp provokasyonlarla zenginleştirip, dışarılardan yardımlar alıp gerçekleştirenler, insanlarımızın yaşamakta olduğu travmalara neden oldu... Muratağa-Atlılar-Sandallar'da öldürülen kadınlar ve çocukların evlatlarının yaşamakta olduğu travmalara neden oldu... Palekitre'de, Derinya'da, Dohni'de, Komikebir'de, Eftagomi'de, Digomo'da, Sihari'de, Menevi'de, Mağusa'da, Kufez'de, Omorfo'da, Girne'de, Ayyorgi'de, Lapta'da, Karava'da, Baf'ta, Vretça'da, Polemidya'da, bu adayı bir ağ gibi ören bütün cinayet mahallerinde öldürülenlerin geride kalan yakınlarının korkunç psikolojik yıkımına neden oldu...
İster 1950'lerde, ister 1963'lerde, ister 1974'lerde, yaşanan acılar hep aynı oldu: Kayıp bir baba, kayıp bir kardeş, göçmenlik, fakirlik, çocukların elinden çalınan bir gelecek...
"Ayıptır" diyorum, AYIP! Bugün hala barışı değil gerginliği, çözümü değil bütün bu cinayetler ve bu cinayetlerin sonuçlarıyla yaşamamızı önerenlerin bir küçücük çıkar uğruna insan hayatlarının nasıl yokedilmiş olduğunu görmezden gelmeleri karşısında AYIPTIR BE diyorum... UTANIN diyorum... UTANIN...
Az önce bir "kayıp" cenazesinden döndüm... Çok üzgünüm...
Bu "kayıp" insanın kızı minicikti - henüz iki yaşındaydı küçücük Pandelitsa... Pandelitsa, Strovulos'taki cenaze töreninde sesi titreyerek sevgili babacığı Stelyos Orfanidis'e veda ederken, Stelyos Orfanidis'in kızkardeşi Maria Yeorgiadu bir sandalyeye çökmüş, bütün Kıbrıs'ın yükünü ve hüznünü omuzlarında taşıyor gibiydi... Kendi annesini ve babasını henüz kendisi 17 yaşındayken ve bir hayle küçücük kardeşçikleri ve kendisi geride bırakılmış vaziyette kaybetmiş olan Sevilay Berk'le birlikte oradaydık... Eşi Mustafa Berk'le oradaydık... Canyoldaşım Zeki Erkut'la oradaydık... Kardeşini gencecik yaşta sırf bu ada bölünsün, taksim edilsin diye komplolar kurmuş olanların kurban etmiş olduğu Christos Efthymiou'yla birlikte oradaydık, cenaze töreninde, ellerimizde çiçeklerle bezeli çelenkler, Maria Georgiadou'nun acısını paylaşmaya gitmiştik... Çok sevgili arkadaşım Christina Pavlou Solomi Patsia artık çok ağır travmalar sonrasında psikolojik durumu kötüleştikçe kötüleşen, oğlunu ve kocasını bu toprakların yalayıp yuttuğu sevgili anneciği Panayota hanımı evde bırakıp, gözü arkada kalıp, aklı evde kalan çok sevgili arkadaşım Hristina'yla birlikteydik cenazede... Kucakladık birbirimizi, iki kızkardeş gibi... Bu acıları paylaştık... Paylaştıkça belki azalır birazcık bu acılar diye sarıldık birbirimize...
Ekim ayında yeni cenazeler var... Tam 19 Kıbrıslıtürk "kayıp" insanımızı defnedeceğiz Muratağa'ya... Muratağa-Atlılar-Sandallar'da katledilenler ve toplu mezarlara gömülenler 126 Kıbrıslıtürk'tü... Ağırlıkla kadınlar ve çocuklardan oluşuyordu bu toplu mezarlarda yatanlar... Tekrar Muratağa'ya gidip onları defnedeceğiz, kelimeler boğazımıza bir diken gibi batacak, bu korkunç acı karşısında sözcükler bir taş gibi içimize oturacak, gözyaşları sel olup akacak...
Bu kadar ağır acıları hissetmeyenler konuşmasın, sussun artık!
Artık yeter! Artık yeter! Artık yeter!
Artık yeter bunca ölü insan bedeni, bunca hatıra, bunca korku, bunca işkence, bunca üzüntü!
Artık yeter!
Biz bu topraklarda insan gibi yaşamak istiyoruz... Barış istiyoruz... Kavga, gerginlik, kin, nefret istemiyoruz...
Bir avuç insanın pis çıkarları için evlatlarımızı, yakınlarımızı kurban vermek istemiyoruz...
Biz uygar dünyanın parçası olmak istiyoruz... Uluslararası hukuğun bu topraklarda tümüyle geçerli olmasını, evlatlarımızın korkularla, kuşkularla, belirsizliklerle yaşamasını istemiyoruz - huzur istiyoruz...
Masmavi bir gökyüzü altında, masmavi denizimiz, parlak güneşimiz, pırıl pırıl parlayan yıldızlarımız altında, aydedeye bakıp güzel günlerin düşlerini kurmalarını istiyoruz evlatlarımızın, artık yeter!
Artık yeter!
Kaç cenazeye katıldım, her birinde mahvoldum...
Kaç cenaze, kaç ölüm, kaç mezar... Kaç kuyudan kaç kişinin çıkarılmasına tanıklık ettim, kaç ailenin gözyaşları ıslattı kalbimi, artık yeter!
Sevdiğini topraklarda bir çukur açıp gömmeyenler bilmez, bilemez, artık yeter!
Sevdiğini dönecek diye bekleyenlerin kalplerinde açılan o kapkara boşluğu bilmeyenler konuşmasın, sussun! Artık yeter!
“6-7 Eylül’ün asıl darbesi vatandaşlık fikrineydi…”
LAKİ VİNGAS
1955’te, 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece darbeyi yiyen, yalnızca Rumlar değildi. Hemşerilerimizin, İstanbullu, Trakyalı, Anadolulu komşularımızın otobüslere bindirilip, ‘öteki’ olarak işaretlenmiş ne varsa yağmalamaya koyuldukları o kara gecede, asıl darbe yiyen, vatandaşlık fikriydi. 6-7 Eylül olaylarının bugün bizlere sunacağı bir ders varsa, bunun, hakları ve sorumlulukları eşit, devlet karşısında eşit değere sahip bir vatandaşlar toplumu oluşturmaya dair olabileceğini düşünüyorum.
Bu satırları yazarken gözlerimin önüne o fotoğraflar, aklıma makaleler ve istatistikler geliyor. Spiros Vrionis ve Dilek Güven gibi araştırmacıların çalışmaları, 6-7 Eylül olaylarının yarattığı felaketi ortaya çıkarıp karanlıkta kalmış yönlerini aydınlattı. Saldırılar yalnızca Pera’yla sınırlı değildi. Zaten 1955’te Rumlar, İstanbul’un çeşitli mahallelerine dağılmış bir şekilde, azınlıktan ve çoğunluktan komşularıyla beraber yaşıyorlardı. Samatya, Langa, Kumkapı. Edirnekapı, Sarmaşık, Topkapı. Fener, Hasköy.Yeniköy, Tarabya, Kadıköy, Adalar... Yanmış, harap olmuş onca kilise, onca manastır, onca mezarlık, onca okul, yağmalanmış onca dükkân, ev... Yüzyıllarca her tür tehlikeden korunmuş olan, Balıklı’daki patrik mezarları kırılmış, açılmış, emanetlere saygısızlık edilmiş. Yüzyıllık ikonalar ve kutsal emanetler tahrip edilmiş, ateşe verilmiş. Hep gözardı ettiğimiz insanî kayıpları da unutmayalım. 6-7 Eylül’de kitleler tahrip etmekle kalmadı, şiddet uyguladı, yaraladı ve öldürdü de.
Cesur fotoğrafçı Dimitris Kalumenos sayesinde kurtarılan fotoğraf arşivinden, Samatya Ayios Konstantinos Kilisesi’nin harabeleri içindeki Patrik Athenagoras’ın siluetini unutmak mümkün değil. Yalnızca duvarları sağlam kalmış olan bir binada, Patrik’in devleşmiş siluetinin, eğilmiş bir şekilde, felaketin büyüklüğünü anlamaya çalıştığını görüyoruz. Patriklik dönemi boyunca Rum toplumunun Türk toplumuna entegre olması için mücadele eden bu insan, bir gecede, bıraktığı mirasın yok olduğunu, bir arada yaşama vizyonunun paramparça olduğuna tanık oldu.
Çünkü bir arada yaşam karşılıklı saygı ister; karşılıklı saygı da, topluma ve onu oluşturan yurttaşlara dair bambaşka bir algı ister. 1955’te, demokratik yöntemlerle, Rumların da yoğun desteğiyle seçilmiş olan bir hükümet, Rumları dış politikası için bir silah olarak kullandı. Yani toplumun bir parçasını yalnızlaştırarak onu pokerde son hamle olarak kullanmayı yeğledi. 1955’te, Kıbrıs’ta ne kadar kan döküleceğini bilmiyorduk. Devletimizin, değiş-tokuşta kullanmak üzere hepimizi rehin alacağını ve toplumumuzdan, Makarios’un attığı her adım için kınama beklediğini de bilmiyorduk. Çünkü bizler ne Yunanistan vatandaşı, ne de Kıbrıslıydık. Askerliğini yapan, vergilerini ödeyen, çocuklarını ülkenin gençliğiyle beraber görmek isteyen, doğdukları topraklarda ilerlemek isteyen Türkiye vatandaşlarıydık, halen de öyleyiz.
Mütekabiliyet engeli ve uluslararası politikanın kapanları, bu vatandaşlık algısını temelden sarstı. Yanlış yorumlanmış olan mütekabiliyet ilkesi Lozan Antlaşması’nın Türkiye’de ve Yunanistan’da azınlıkların korunmasına dair maddelerine dayanıyordu. Lakin korunmaktan bahsetmek bir yana, hükümetler kriz dönemlerinde bu koruma maddelerini en sınırlı hale getirip azınlıkları ikinci sınıf vatandaş ilan ettiğinden, mütekabiliyet ilkesi her iki ülkedeki azınlık vatandaşlarında daimi bir güvensizlik yarattı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölüm vatandaşının haklarından faydalanıp faydalanamayacağı, hükümetlerin yaklaşımlarına göre değişir oldu.
Bu da yetmezmiş gibi, Kıbrıs meselesinin çözümü ‘mütekabiliyet’ başlığı altında değerlendirilmeye başladı; Rum toplumu başkalarının yaptıkları yüzünden günah keçisi sayıldı. Bu meselenin her kritik dönemecinde, Türkiye hükümeti Rumları kendi vatandaşları olarak kabul etmekten uzaklaşıyor, Türk toplumu da, o döneme kadar ayrılmaz bir parçası olan bir grubu yabancılaştırıyordu.
Mütekabiliyet. Uluslararası siyasete ve uluslararası hukuka ait olan bu kavram, bu memlekette derin kökler salmış olan, kökleri yüzyıllara dayanan ve doğdukları topraklarda yaşamak dışında bir şey istemeyen bir topluluğu altüst etti. Ancak vaziyet öyle gelişti ki, bağlar yarıldı, güven sarsıldı, kaçış ve göç başladı. 6-7 Eylül, vatandaşlığın eşit olmadığının ilk göstergesi değildi belki ama, İstanbul Rumlarının devlet ve toplumla kurdukları ilişkide dönüm noktası oldu.
Sıklıkla İstanbul Rumlarına atıfta bulunurken, aynı dönemde hedef gösterilen diğer grupların kaderini yok sayıyoruz – en başta da, İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) Rumlarını... 6-7 Eylül olaylarının ruhu, iki adanın Rum toplumlarına ağır bir darbe vurdu. Buralarda, Rum toplumuna yönelik adaletsiz ve eşitsiz davranışlar, Rumların, planlı bir şekilde memleketlerinden kovulmalarına kadar ulaştı.
Yurttaşlık ve etnik kimliğin bu kadar dar bir kapsamda algılanması ülkemizin gayrimüslim topluluklarının tamamı için büyük bir felaket halini almıştır. 6-7 Eylül’de en çok zararı Rumlar görmüş olabilir, ama saldırgan kitle, Ermeni ve Yahudi hemşerilerimizi de hedef almıştı. Sonraki dönemde, İzmir’deki Rumlar ve diğer azınlıklar, Antakyalı Rum Ortodokslar ve güneydoğudaki Süryaniler de, ikinci sınıf vatandaşlar olarak, bu tür saldırılardan kaçamadılar.
Artık durması gereken, bu aşağılama. Bu ülkenin gayrimüslim vatandaşları olarak bizler, geçmişte tanık olduklarımıza karşın, devletten ayrıcalıklı bir konum istemiyoruz. Ancak, kendimizi yeniden Türkiye’nin eşit yurttaşları olarak hissedebilmemiz için biraz yüreklendirme istiyoruz.
Rum toplumu, bu çerçevede, devlet ile arasındaki mesafeyi azaltmak için adımlar atmaya çalıştı. RUMVADER’in ‘Azınlık Vatandaşları – Eşit Vatandaşlar’ başlıklı projesiyle, Türk toplumuna, hakkımız olandan fazlasını istemediğimizi göstermeye çalıştık. Her Türkiye vatandaşı gibi bizler de, kimliğimizi ve geleneklerimizi koruyarak burada, atalarımızın memleketinde kalma hakkına sahibiz ve bunu arzu ediyoruz.
Son yıllarda devletin gayrimüslim vatandaşlarına karşı algısında bir iyileşme görüyoruz. Bunun kalıcı olmasını, hükümetlerin iradesinden bağımsız bir şekilde, sabit kurallarla kurumsallaşmasını istiyoruz. Devlete ve kurumlarına karşı bir güven atmosferi, ancak, iyi niyetli uygulamaların sabit bir hal almasıyla oluşabilir.
Rum toplumu, demografik sorunlardan dolayı, zorlu bir varoluş mücadelesi ve kurumlarını işler kılma çabası içinde. İki-üç öğrencili bir sınıfta öğretmen nasıl verimli bir ders işleyebilir; çoğu yaşlı üç bin kişiyle, 70 vakıf, dernekler, çeşitli kurumlar nasıl doğru yönetilebilir?
Bu büyük ülkedeki yerimizin tehlike altında olduğunu düşünmeyecek kadar iyimserim. Türkiye’nin yurttaşlar topluluğu, son yıllarda, tüm üyeleri için mücadele edeceğini gösteriyor. 6-7 Eylül’ün yıldönümünün bizler için yeniden gündeme getirdiği de tam olarak bu, yani bizlerin, bu toplumun ayrılmaz bir parçası olduğumuz ve biz hedef gösterildiğimizde, bu ülkeyi demokratik yapan tüm değerlerin yok olduğu gerçeği. Tüm vatandaşlarına saygı duyan bir demokrasiye dair bu sürekli çabayı, Müslümanlar ve gayrimüslimler olarak, hep beraber, köklerimizden bağımsız bir şekilde, yüzünü ortak bir geleceğe çevirmiş vatandaşlar olarak göstermek istiyoruz.
(AGOS Laki VİNGAS- Yeniköy Panayia Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı’nın başkanı – 4.9.2015)