“Asgari ücret 50 bin TL olsun”
Kimileri öyle sanıyor ki, “Asgari ücret 50 bin TL” olarak ilan edilirse, özel sektörde çalışanlara da bu ücret verilecek. Komisyon ne derse, o olacak; kim daha yüksek rakamı seslendirirse, yoksulluğa en fazla o hizmet edecek, sanılıyor.
Çünkü kamusal alanda söz söyleyen ya da yoksullar üzerinden siyaset yapanların çoğunluğu, üretim ilişkileri ya da toplumsal faydayla ölçülmeyen “garanti maaş”a odaklı!
O paranın nereden, nasıl geldiğine ve neyin karşılığı olduğuna dair bir meseleleri yok. Böylece “maaş” ya da “ücret”i konuşunca, ekonomiyi de konuştuklarını düşünüyorlar.
Ekonomiyi değil maaşları büyütmek üzerine odaklandığınız zaman alım gücü sürekli azalıyor, gelir dağılımındaki adaletsizlik büyüyor. Böylesi bir ortamda güvencesizliği, belirsizliği, istikrarsızlığı ve yoksulluğu derinden hisseden insanlar çoğalıyor.
***
“Bulacan canım, verecen canım, bulamazsan, veremezsen gidecen canım” denklemi özel sektörde farklı çalışıyor. O para bulunamayınca hükümetler ya da bakanlar değil güvencesiz çalışanlar gidiyor.
“Keşke kamudaki maaşları özele endeksleyebilsek, özeldeki üretimi de kamuya” demiştim geçmişte…
Pek tabii “keşke”yle de olmuyor!
Ayrıca genellemeler de yanıltıcı sonuçlar doğurabiliyor.
Her sektörün gerçekleri de farklı… Şimdiki düzende büyük bir banka da asgari ücret ödüyor personeline, iki çalışanıyla tek odada üretim yapan esnaf da…
Asgari ücrete çalışan doçentler var.
***
Tüm toplumun vergi, fon, harçlarıyla oluşan ortak kasa yine tüm toplumu rahatlatacak hizmete dönüşmediği için alım gücü geriliyor.
Ne demiştik?
“Asgari ücrette gelinen aşama ekonomide iflasın göstergesidir. İşçinin yaşayabileceği ücret, çoğu işverenin ödeyemeyeceği noktaya gelmiştir. Büyük işletmelere ya da çok zenginlere bakmayınız… Asıl sorun esnaf, küçük ve orta işletmeler ve kendi namına çalışanlar içindir.”
***
Daha evvel biraz da “kışkırtma” amaçlı şu çağrıyı yapmıştım:
“Kamudaki en yüksek ücret, asgari ücretin iki katına eşitlensin (!)”
O zaman görünüz gerçek empatiyi, 12 ay, 24 saat…
***
İletişimde yüzde elliyi aşan fon neden yoksulların sırtında, akaryakıtta, seyrüseferde neden böyle… Bunlar konuşulmuyor hiç…
“Emekçi” taklidi yapan ayrıcalıklı, varlıklı, güvenceli kalabalık, özel sektör çalışanı yoksulların sırtından geçiniyor.
Hem ekonomik anlamda, hem de siyasi…
Sonuç şu!
Bir kamu çalışanının “Hayat Pahalılığı” üzerinden hesapladığı “maaş artışı” rakamı, bir özel sektör çalışanının tüm maaşına denk geliyor.
Uçurum büyüyor, makas genişliyor, eşitsizlik köpürüyor.
Ne olmalıdır?
* Asgari ücret en az hayat pahalılığı oranında artırılmalıdır.
* Zor durumdaki sektörlere mutlaka teşvik ve destek sağlanarak, işsizliğin önüne geçilmelidir.
* Özele yönelik prim desteği genişletilmeli ve çalışan odaklı olarak sürdürülmelidir.
* Toplam geliri iki asgari ücreti aşmayan hanelere enerji desteği sağlanmalıdır.
ÇOK ÖNEMLİ!
* Özel sektörde işletmelerin daha iyi ücret ödeyebilmesi ve istihdamını koruması ya da artırması için haksız rekabet koşullarına son verilmelidir; bunun başında “kamu görevlilerinin ikinci iş serbestliği” gelmektedir. Ticari iş yapan kamu görevlilerin – hangi meslek grubunda olursa olsun- görevine son verecek kararlı adımlar atılmalıdır.
* Sağlıkta özellikle poliklinik hizmetlerinin tam gün sürekliliği sağlanmalı; yoksullara yönelik ücretsiz kreşler ve bakım hizmetleri devreye girmeli, eğitimde tam güne geçiş sağlanmalıdır.
Oldukça önemli!
* İletişim, enerji ve akaryakıttaki fon yükü kaldırılmalı, alım gücü artırılmalıdır.
* Asgari ücretli çalışanlar harç ve pul gibi ödemelerden muaf tutulmalı, tüm ilaçlarını ücretsiz olarak alabilmelidir.
* Yeni ve genç girişimcilere yönelik, sıfır faizli, uzun vadeli kredi imkanları, ayrıca destek projeleri hazırlanmalıdır.
Elbette bu öneriler daha da genişletilebilir.
Öyle salt “ücret” ya da “maaş” üzerinden konuşarak yoksulluğu engellemek mümkün görünmüyor. Öyle olsaydı eğer şimdiye dek sonuç alınırdı.
---
* Fotoğraf: Yıltan Taşçı
---
Siyasetin ‘yoksullukla’ sınavı
Sol siyasetin yoksullukla ilişkisine dair okuduğum en derinlikli analizlerden birine gazeteci Hasan Yıkıcı imza atmıştır.
“Yoksullar ve Sol” başlıklı makale favorilerim arasındadır.
Yıllar yılı ya sadece barış istemek oldu solculuk ya da kimlik siyaseti…
“Solun emek ve emeğin örgütlenmesiyle ilişkisi ya hiç olmamış ya da sadece orta sınıf sınırların içerisinde bir memur solculuğu olarak gelişmiştir” demişti Hasan Yıkıcı…
İlgili yazıyı, Google üzerinden başlığı ile birlikte ararsanız, bulur, okursunuz.
Özellikle şu saptamaya dikkat çekmek istiyorum:
“Bugün gerek sendikalarda, gerek merkez partilerde, gerekse de merkez dışındaki çoğu yapıda baskın olan insan, orta ve üst sınıfın temsilcisi olan insandır. Kaybedeceği çok şeyi olan, belli bir lüks hayat tarzına sahip, konformizm balonlarıyla beraber siyaset ve sendikacılık yapan özne yapısından bahsediyoruz.”
Bunu neden yeniden yazdım?
Dikkat ediniz, asgari ücret tartışmalarında, sesi en az çıkanlar yine asgari ücretliler, yine yoksullar, yine güvencesizlerdir.
Kıbrıslı Türkler giderek ya ‘memur’ olacaktır – kim başarabilirse- ya da ‘işsiz’ kalacaktır.
Göç edecektir, özellikle de gençler…
Bugünün şartlarında çoğu genç için evde oturmak, özel bir işletmede çalışmaktan daha kârlıdır. Çünkü aldığı maaş yol parasına, yemesine, içmesine, giyimine yetmemektedir.
Özel sektör – bu geçici şartlarıyla- Pakistan’dan, Türkmenistan’dan, Nijerya’dan, Bangladeş’ten, Türkiye’den gelen işçilere emanettir.
Sol siyaset yoksullukla ilişkisini gözden geçirmelidir, mutlaka…