1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. ASIL SEÇİM ŞİMDİ…
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

ASIL SEÇİM ŞİMDİ…

A+A-

İnşa faaliyeti sürerken Erdoğan rejiminin nasıl şekilleneceğine dair ilk emareler, seçilen sembol ve ritüeller, kurulan söylemle birlikte belirginleşmeye başladı. Başkanlık seremonisi her ne kadar Çorlu’daki elim tren kazasının gölgesinde hayli sönük geçse de öngörülen ve uygulanabilen program, daha önce örneği görülmemiş düzeyde bir “debdebe” içeriyordu.  Erdoğan ve eşinin saraya kostümlü askerlerin iki yanına dizildiği turkuaz halı üzerinden yürüyerek girmeleri bile 10 bin kişilik davetli topluluğuyla planlanan fakat yapılamayan lazer gösterisiyle tamamlanacak gecenin görkemine dair yeterince fikir veriyordu. Toplumun bir yarısı törenleri “cumhuriyetin cenaze seremonisi ve taç giyme töreni” olarak değerlendirirken, diğer yarısı bütün bu debdebeyi “büyük devlet olmanın göstergesi” olarak yorumladı.

İlk kabine toplantısının Hacıbektaş Camiinde kılınan Cuma namazını takiben sembolik olarak İlk Meclis’te gerçekleştirilmesi ve Erdoğan’ın buradaki konuşmasında “Kurucu Meclise” atıfta bulunması; “Millet iradesinin önünde hiçbir fani gücün duramayacağının” altını çizmesi de dikkat çekici noktalar arasındaydı. Bu ifade, Menderes’in 1955’teki ünlü konuşmasındaki “Siz isterseniz anayasayı bile değiştirebilirsiniz. İsterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” sözlerini hatırlattı birçok izleyiciye.

Semboller, ritüeller, göstergeler bir yana, Türkiye 72 yıldır bata çıka yol almaya çalıştığı demokrasi denizinde çok sert bir dümen kırışıyla 140 yıl önce başladığı noktaya dönüş yaptı.

Adeta 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi şartlarına yakın bir iklimi 2018’e taşıyan “milli irade rüzgarını” arkasına alan Erdoğan’ın ilk Meclisteki konuşmasında sarf ettiği “öfkemiz Milletin öfkesidir” sözlerine bakılırsa rotayı bundan sonra nereye kıracağına dair öngörüde bulunmak zor.

Her türlü denetim yetkisini kaybetmiş bir parlamentoda, sürece müdahale edebilecek politikaları üretme kapasitesi bir yana, yeter çoğunluktan da yoksun muhalefetin ne yapabileceği ayrı belirsizlik.

CHP yönetiminin yeni kabine açıklandığında “AKP’nin en değerli, en tecrübeli kadroları saf dışı bırakılmış” tepkisine, İyi Parti vekillerinin ilk karşılaşmada Bahçeli’nin eline sarılmasına, “CHP ile aynı ittifakta yer alarak hata ettik, milli menfaatlere uygun yapıcı muhalefet yapacağız” sızlanmalarına bakılırsa muhalefetin “merkez kanadının” en azından kısa vade için bu fırtınada tutunulacak dal olamayacağını anlamak zor değil… Erdoğan ve çevresinin sert ifadeleriyle iyice kabuğuna çekilen CHP’nin bu derece aşındırılması, yeni rejim açısından işe yarar bir şey mi? Aşındırılan CHP den uzaklaştırılmak istenen kitlelerin yeni adresi bu kadar belirsizken hiç zannetmiyorum…

24 Haziran öncesinde Muharrem İnce’nin yüksek volümlü konuşmalarıyla köpürtülen Erdoğan ve AKP’nin 16 yıllık iktidarına son verme hayali sert biçimde duvara tosladı. Her ne kadar Muharrem Bey’in deyişiyle “demokrasinin güzelliğiydi bu ve kazanmak kadar kaybetmek de vardı” fakat mühim olan ağır bir düş kırıklığı yaşayan kitlelerin bu muhteşem kaybedişini yönetebilme becerisiydi. Zira zaferleri yönetmek, yenilgileri yönetmekten kolaydır her zaman.

Liderlik, ağır bir yenilgi duygusu içerisindeki milyonların demoralizasyonunu, yılgınlığa kapılmasını önleyecek ve demokrasiye, seçimlere, mücadeleye olan inancını korumasını sağlayabilecek argümanlarla ortaya çıkıp, “enkazı toparlayabilme”, yeniden başlayabilme becerisidir aslına bakarsanız. Eğer siyasete soyunmuşsanız, bununla da kalmayıp sadece bir partinin bile değil, tüm toplumun liderliğine niyetlenmişseniz, toplumun ve biz ahkâm kesicilerin “şimdi ne olacak?” diye soran gözlerinin  üzerinize çevrilmesini yadırgamamanız gerekir…

Nitekim şu anda Erdoğan ve kararlı çıkışlarla inşa etmeye başladığı yeni rejimi değil asıl mesele… Bundan daha önemlisi, toplumun Erdoğan’a destek veren ve vermeyen iki yarısının bir arada yaşayabilmesinin koşullarını yaratma yükümlülüğünü tek başına iktidara bırakmama zorunluluğu…

Zira “arkamda %52 var” diyerek, üstelik artık “hiçbir fani gücün önünde duramayacağı” ön kabulüyle inşasına girişilen yeni rejimde farklı inanışların, farklı yaşam biçimlerinin, farklı siyasi görüşlerin var olabilme hakkının ortak parametrelerle tanımlı biçimde savunulabilmesi gerekir.

Bu, eğer ortak paydalarda buluşulmuş, ilkeli bir muhalefetin çekim gücüyle merkezileştirilmediği takdirde her etnik grup, her siyasal yapı, her kesim “kendi başının çaresine bakacak” bir kaotik mücadele iklimine sürüklenecek, ülkeyi de bugünkünden daha yaşanılmaz hale getirecektir.

Her ne kadar dağınık muhalefet “yönetme açısından işe yarar” gibi görünse de, aslında Erdoğan açısından da konsolide olmuş bir muhalefetin, “her şeye rağmen geleceği değiştirebildiğine inancını koruduğu” bir ülke daha rasyonel, daha yönetilebilir, daha yaşanılabilir bir ülke olacaktır.

Daha açık ifadeyle, güçlü, sürdürülebilir, nefes alan bir muhalefet hem Erdoğan’ın hem de Erdoğan karşıtlarının bir arada yaşayabileceği bir ülkenin teminatı olabilir. Aksi takdirde karpuz gibi orta yerinden çatırdayan bir toplum, o çok kullanılan ifadeyle “ülkenin bekası için” en büyük tehlikedir.

Erdoğan ve destekçilerinin, Türkiye’nin “hiçbir faninin durduramayacağı %52’lik millet iradesinden ibaret olmadığını”; toplumun diğer yarısının artık soluk alıp veremez hale geldiği bir ülkenin yönetilemez olduğunu bilerek hareket edip etmeyecekleri 24 Haziran’ın ülke kaderindeki en önemli belirleyici sonucu olacaktır.

Ancak bunu hatırlatacak olan muhalefet partilerinin bizatihi kendileridir.

Toplumun karşısına çıkıp “endişeye mahal yok, bu ülkede hala demokrasi içerisinde çözümler üretebilme yetenek ve kapasitesine sahibiz” diyecek, demekle kalmayıp güven telkin edecek, yeni rejimin karşısına dikilip “toplumun diğer yarısına rağmen bir şey yapamazsın” diyebilecek güçlü bir siyasi muhalefet iradesine ihtiyaç var.

Şu aşamada önemli olan mevcut iktidar ya da muhalefet, eski ya da yeni rejim de değil…

Erdoğancısıyla Erdoğan karşıtıyla, Türk’üyle Kürt’üyle, sağcısı solcusu orta yolcusuyla, Alevi’si Sünni’siyle toplumun yüzde yüzü olarak büyük çatışmalara yol açmadan, içinde “geleceği demokrasi içerisinde değiştirebilme imkânının hala saklı olduğu” bir arada yaşayabilme kapasitemizin bulunduğunu önce kendimize ve birbirimize gösterebilmek asıl önemli olan…

Demokratik siyasete, siyasetin ülkenin geleceğini demokrasi içerisinde değiştirebilme gücüne olan inancımıza ya şimdi sahip çıkacağız ya da sızlanmalarımız, düş kırıklıklarımız, birikmiş nefret ve öfkemize yenik düşeceğiz…

Eğer “artık ne seçimi? ne demokrasisi?” deniyorsa, birbirinden bu denli kesin çizgilerle sınıfsal, siyasal, etnik, mezhepsel kompartımanlara ayrılmış, bencilleşmiş, ortak değerleri erozyona uğratılmış bir toplumun bu “gerçek karşısında” ne yapabileceğini de derli toplu biçimde anlatması, çıkış yolunu göstermesi ve ikna etmesi gerekir.

24 Haziran geride kaldı… Şimdi başka bir seçimle karşı karşıyayız: Ya toplumun hiçbir kesimini yok saymadan, yok etmeye çalışmadan, yok edilmesine göz yummadan barış içerisinde bir arada yaşamayı becereceğiz, ya da çatışma ve kaosa sürükleneceğiz. 

Tarihimizin belki de en önemli yol ayrımı hiç olmadığı kadar berrak biçimde duruyor önümüzde… Seçimimiz ne olursa olsun, sorumluluğu dış güçlerde falan aramaya gerek yok, iktidarıyla muhalefeti ile biz olacağız başımıza geleceklerin yegâne sorumlusu…

 

Bu yazı toplam 3744 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar