ASİYE NASIL KURTULUR? YA DA NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ?..
Başlıktaki her iki sorunun da yanıtının ne kadar çetrefilli olduğu; Yüzyıllardır soruluyor olmasından (ve yüzyıllarca daha sorulacak olmasından) bellidir…
Bu sorulara yüz binlerce (kestirmeden) yanıt üretilmiş; ya da bu soru(n)lar ortada yokmuş gibi davranılmış ama; onlar var olmaya; insanoğlunun aklını kurcalamaya devam etmiştir…
Kapitalist dünyanın tüketim üzerine kurduğu “Piyasa Ekonomisi” doğasından kaynaklanan “Kriz Dalgaları”yla insanları sefalete mahkum ederek yönetme taktiğini yüzyıllardır sürdürüyor…
Yöntemlerinde (sömürgecilik; sıcak çatışma; dünya savaşları; soğuk savaş; vb) değişiklikler olsa da, toplum (ya da ülke) çıkarına değil; büyük mali kuruluşlar adına çalışan bu sistemde yukarıdaki sorulara olumlu yanıt vermek olası değildir…
Günü kurtarmak; homurdanmaya başlayan toplumsal kesimlerin yükselen öfkesini dindirmek için kullanılan REFORUM uygulamalarının ise soru(n)yu çözmek için değil göz boyamak için gündeme alındığı da herkes tarafından bilinen bir gerçekliktir…
Tüm bu gerçekler ortada dururken; yarı sömürge altında prekapitalist bir sistemle idare edilmeye çalışılan ülkemizde REFORUMLAR’la sorunun çözüleceği; ülkenin düze çıkarılacağı nutuklarını dinledikçe gülümsemekten kendimi alamıyorum…
Bu nutukları atanların (ve onların medyadaki sözcülerinin) son günlerde seslendirmeye başladığı “Reforumların (“Ülkenin ve halkın derin yaralarını tedavi edecek bir formül”) gerçekleşmesi için geniş tabanlı UBP–CTP koalisyonu şarttır” yollu laf salatalarını okudukça gülümsemem kahkaha krizlerine dönüşüyor…
“Neden olamazmış?.. Hani demokraside çareler tükenmezdi?..”
Sevsinler sizin demokrasinizi ve de Ülkenin ve halkın düzlüğe çıkarılabilmesi formüllerinizi…
İki hafta önce “ONE MİNUTE !..” başlıklı yazıma şu satırlarla başlamıştım…
“Son günlerin iki moda deyişi oldu; “Tasarruf yapalım” “herkes elini taşın altına koysun” sözcükleri…
Daha önce de yazdım/söyledim; şimdi de yazıyorum; bu ülke ne tasarrufla kurtulur; ne de eli yağda balda olanlar, elini bir şeylerin altına sokar…
70’li yıllarda Türkiye’de siyasi söyleme güzel bir slogan kazandıran bir konserve reklamı vardı… Ve bu reklamdan üretilen o anlamı sözler: “Vatan Bizim Konservemiz, Hem Satarız Hem Yeriz…”
Son bir yıldır yaşananlara; “Tasarruf adına; Var olma adına” yapılanlara baktıkça hep bu sözler geliyor aklıma…
Yıllardır, İdare edecek olanlarda, Şükran/Kulluk ve Yalakalık vasıflarının arandığı; üretme, verdiğimle yetin… diyetini öde… anlayışıyla sürdürülen bu sistem(sizliğ)in ulaşacağı tek hedef vardı: SATMAK, Peşkeş Çekmek…”
Şimdiye kadarki yazılarım içerisinde, internet üzerinden okunma rekor kıran (İlk günden 4.000 okuma) bu yazım yüzünden savrulan tehditleri es geçiyorum; ama bir okurumun “Sevgili Tamer, çok yerinde saptamalar bunlar. Ancak ne yapılmalı , nasıl bir çıkış bulunmalı ?” yorumunu haklı bulduğum için, ne yapılması gerektiğine de kısaca değineceğim…
Öncelikle Türkiye’nin ne yapması gerektiğini, Türkiyeli bir köşe yazarının; Sinan Dirlik’in yazdıklarından (24-07-2010 tarihli Yenidüzen) yaptığım şu alıntılarla başlayalım:
“Madem ki “ilhak” etmedik, “egemen bir devlet” kurdurduk, o halde bu “egemen devlet” ile eşit ve kardeşçe bir ilişki kuralım değil mi?
Ele güne karşı, müstemleke muamelesi yapmayalım, Meclis binasının tam karşısına heyula gibi bir “Elçilik” Binası kondurmayalım, Elçilerimize “sömürge valisi” yetkileri vermeyelim değil mi?
“TC Yardım Heyeti” diye bir kurum oluşturup “yardım amaçlı paraların” nereye nasıl harcanacağına yine biz karar vermeyelim, Kıbrıslı Türklerin neyi ne kadar üreteceğine, nasıl bir mali politika izleyeceğine, nasıl bir dış politika izleyeceğine biz karışmayalım değil mi? TC Hükümeti, KKTC Hükümetinin mali politikalarını denetlemek üzere bir “müsteşar” atamasın mesela değil mi?
TC vatandaşları “egemen bir ülkeye” elini kolunu sallaya sallaya girip çıkamasın, bu işin en azından bir pasaportu, yabancı bir ülkeye giriş-çıkış prosedürü olsun değil mi?
Yani KKTC gerçekten “egemen” bir devlet olsun, Türkiye bu “egemen” ülke ile yakın dostluk ve işbirliği içerisinde olsun değil mi?...
Bunlar olmazsa, daha çok zaman Türkiyeli Türkler Kıbrıs’ı 82. Vilayet olarak görmeye, Kıbrıslı Türklerin siyasi tercihlerini yargılamaya; ekonomik, sosyal politikalarına müdahale etmeye, uluslar arası ilişkilerini denetlemeye, hoşlarına gitmeyen durumlarda “Türklüklerini sorgulamaya” devam edecekler korkarım… Buna da en çok KKTC’nin egemenliğinden yana olanların tepki göstermesi gerekmez mi?...”
Türkiye öncelikle bunları dikkate alarak; Kıbrıs’ı AB ve dünya ile ilişkilerinde bir “baskı unsuru” olarak kullanmaktan vazgeçmeli; “Bir adım önde olmak” tan öte gerçek anlamda çözüm için çaba göstermelidir….
Bize gelince… Onlarca kez yazdığım gibi:
Kıbrıslılar’ın bugün için tek seçeneği var: “Dışardan dayatılan Çözüm Modeli”ni, olabildiğince tüm Kıbrıslılar’ın (bu ya da o toplumun değil) çıkarlarına da yanıt verebilecek bir “Çözüm Planı” için birlikte çaba göstermek… Bu “Birlikte Çaba”nın yalnızca Liderler düzeyinde kalmasının yeterli olmayacağını söylemeye gerek yok sanırım…
Son dönemlerde Türkiye’den Kıbrıslılar’a yönelik maddi manevi saldırı ve aşağılamaların (medyadan ve hükümet yetkililerinden) dozunun artması rastlantısal değil; tamamen hedef şaşırtmaya yöneliktir… Bir yandan “2010 yılı sonuna kadar çözüm istiyoruz; olmazsa da biz yolumuza onlar yoluna” diyerek çözümsüzlüğe oynadıklarını dile getirirken; “özelleştirme heyetleri” göndererek; Ocak’tan sonra gidecekleri YOL’u da açığa vuruyorlar…
KTHY ile başlayan tüm stratejik kurumlarımızı ele geçirme operasyonu, bir REFORUM olmadığı gibi; sendikaların gücünü “ekonomik mücadeleye!” kaydırarak; Çözüm güçlerini zayıf düşürme operasyonudur da… Sağ olsunlar(!) Kıbrıs gazetesinin anlı şanlı köşe yazarları da bu hedefe çanak tutmakta; hatta Reşat Akar gibi Kamu ile işçi sendikalarının ortak mücadelesinin yanlışlığından dem vurup; sendikal hareketi bölmeye çalışmaktadırlar…
Tüm bunlardan da görülebileceği gibi, Çıkış Yolu UBP-CTP koalisyonu ya da Reforumlar değil; hangi görüşten olursa olsun tüm Kıbrıslıları’ın Çözüm ve Barış için var güçleriyle mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir… Ekonomik mücadelenin sarmalına kapılıp; grupsal çıkarlar yerine toplumsal çıkarı ön plana almalıyız artık…
Ateşlerimizi yeniden yakıp; meydanlara yürümek için çok zamanımız kalmadı…
21-08-2010
(Sesli Düşünceler kitabımdan, sayfa 191. Beş yılda değişen fazla bir şey yok. Yazı halen güncelliğini koruyor.)