‘Aşk, İthake Odysseus‘ ve Kıbrıs(lıy)’a Dair..
‘Aşk’ kitabı (Yapı Kredi Yayınları), Eric Blondel’in, insanlık tarihi kadar eski olan “Aşk Nedir?” sorusuna yönelik olarak, kimi yazar ve filozofların temel metinlerinden aktardığı parçalarla yanıtlar aradığı ilginç bir eser. Platon’dan Balzac’a, Spinoza’dan Proust’a, Kierkegaard’an Thomas Mann’a, Nietzsche’den Freud’a ve daha nicelerine kadar uzanan seçkin filozof ve yazarların bu ‘kadim’ soruya yönelik yazıları ‘aşk’ı ne kadar karşılıyor bilemiyorum ama, yine de onları okurken insan, ‘aşk’ın sadece duygular ve duygulanımlar dünyası ve onun yaşam alanları ile mi sınırlı olduğu ve bu duyguların ve duygulanımların sadece sanat, edebiyat, estetik vb. gibi ‘imgesel’ alanlarda mı ifade edilebildiği; yoksa felsefenin de, yani ‘kavramlar’ dünyasının da ‘aşk’la doğrudan ve vazgeçilmez bir ilişkisi olabilir mi (olmalı mı) sorularını yanyana koyup üzerine düşünmeden edemiyor. Eric Blondel, ‘aşk’ın duygular ve duygulanımlar dünyasına ve onun yaşam alanlarına dâhil olduğundan ve bu nedenle de ‘anlatılamaz’lığının (Yoksa her durumda eksik kalacak olan ‘anlatımın’ mı demeli? Hy) esas olacağından söz ederken; aynı anda felsefenin “aşkı yönetmediğinden” asıl “aşkın felsefeye egemen” olduğundan dem vurması da, sanki okurda ‘acaba’ sorusunu uyandırmayı ve bu konuda kafa yormasını amaçlıyor gibi.
Yine Blondel, Lucretius’un “Yaralılar her zaman ‘darbeyi’ (ictus) indirenin ve ‘yara’nın (vulnus) bulunduğu yana ‘düşerler’ (cadunt)” cümlesini not ederken; bir bakıma nasıl bir tek bakışıyla, bir duruşuyla, bir gülüşüyle bile derin ‘yara’ aldığımız, içine ‘düştüğümüz’ ve ‘vurulduğumuz’ aşkımız karşısında ‘deli divane’ oluşumuzu, ‘aklımızı yitirerek’ onu salt yoğun bir duygulanım olarak yaşadığımızı hatırlatıyor. O hatırlatıyor hatırlatmasına da Platon, Spinoza, Schopenhauer, Nietzsche ve Freud gibi ağır toplar da bu kez felsefe üzerinden konuşarak “felsefe, kavramlarla iş gören kuramsal aklın alıştırmalarından ibaret değildir, söylediğini söylemez görünmek, yadsımayla ya da bastırma yoluyla konuşmak pahasına, arzunun belli bir anlatım biçimini, dolayısıyla (belki sapkınca ya da tuhaf) belli bir sevme biçimini, belli bir ‘sevişme’ biçimini ya da benzersiz insanı ya da aşkın mutlağı –beslendiği yanılsamaların ötesinde- yakalamak üzere kişiyi kendi hakikatine ulaştırma yolunda bu arzuların bütünüyle ötesine geçme yolunu gösterir” diye karşılık veriyorlar. Hesabı kitabı ne kadar yapılır bilinmez ama, yaşananlara ve yazılanlara bakılırsa -ya kendimizin yaşadıkları- ‘aşk’ dediğimizin az buz şey olmadığı aşikâr. Galiba asıl mesele aşk’ın nesnesiyle ilintili. Nitekim Blondel de aşk’ta “tek bir nesneye yoğunlaşma, aniden ve (nihayet) keşfedilen bir İthaka’ya (İthake) duyulan şu özlem, aşkın ve arzunun coşkusu ve gerginliğidir” diye yazıyor.
Söz İthake’den açılınca akla ister istemez Homeros’un ünlü destanı Odysseia geliyor. Odysseia malûm, bir kişinin, Odysseus’un, yurdu İthake’ye (adaya) geri dönüşünün destanıdır. Truva (Troya) Savaşları (Bu savaşlar Homeros’un diğer destanı İlyada’da anlatılır) sonrası yaşanan büyük bir maceradır bu ve birkaç açıdan ayrıca önemlidir. Bir defa, kurgulanış ve aktarılış biçimiyle roman sanatının başlangıcı olarak kabul edilebilir. Olayların düz bir zaman akışı içinde değil, geriye dönüşümlü, atlamalı, farklı arka plânlarla örüntülü olması, Odysseia’nın neredeyse modern romana kadar uzanan bir ana kök damar olduğunun ifadesidir. (Dil olarak ise kuşkusuz şiirdir) Bir başka dikkat çekici özellik bu ünlü destanın kurgulanışındaki görsellik unsurudur; denilebilir ki Odysseia, okuru için sadece bir yazı(n) şöleni değildir, aynı zamanda adeta bir sinema filmi gibi izlenebilen bir görsel şölendir. Bir diğer önemli unsur ise İthake’ye, yani Odysseus’un yurdu olan ada’ya, yapılan vurgudur. Akhalıların yurdu olan bu ada, savaş sonrası hepsinin geri dönmeyi hedeflediği vazgeçilmez yer, cennet mekândır. Odysseus da bu yiğit Akhalılardandır ancak onun İthake’ye geri dönüş serüveni çok kahırlı ve zorluklar içinde geçecektir. Deniz tanrısı Poseidon’un gazabı sürekli üzerindedir, denizlerinde ona devamlı engeller çıkarmaktadır ve bu nedenledir ki Odysseus’un İthake’ye varışı uzun savaş yıllarında geçen süreden başka, bir on yılını daha alacaktır. Yurt özlemi dediğimiz o şedit duygu da galiba işte bu dönüş macerasının zorluklarından ve süresinden kaynaklanmaktadır ki, “İthake’ye duyulan şu özlem, aşkın coşkusu ve gerginliğidir” diye yazarken, herhalde Blondel de ‘aşk’ için aynı şeyi işaret etmektedir. Yine bu destanın bir diğer önemli yanı da Odysseus’un kişilik özelliklerine yapılan vurgudur. Çok çeşitli ve üstün niteliklere sahip olan Odysseus’un (görmüş, geçirmiş, akıllı, bilgili, cesur..) üç özelliğine ayrıca dikkat çeken Azra Erhat ise bunları ‘polymetis’ (çok akıllı), ‘polymekhanos’ (çare bulma yetisi çok fazla) ve ‘polytlas’ (çok sabırlı) diye sıralamaktadır. Ve onun bütün bu özelliklerinin bir yandan “çağımızın büyük keşiflerine yol açan arayıcı, bulucu ve yaratıcı zekâyı simgelediğini” söylerken; bir yandan da bu “bilinç ve akıl gücünün” kimi zaman “amacına ulaşmak” ya da “kendi çıkarını sağlamak için işlediği, ya da işlemek zorunda kaldığı birçok kötülükleri, insafsızlıkları, ahlâk bakımından su götürür davranışları” haklılaştıran ve yaptıklarını affedilir kılan kurnazlıklar sergilemekten geri kalmadığının da altını çizmektedir. Ve nihayet gün gelecek, bu büyük macera ve büyük özlem sona erecek, vuslat gerçekleşecek, Odysseus İthake’ye geri dönecek, sevgili yurduna ve şüphesiz eşi Penelopeia’ya (O da aşk’ın bir diğer nesnesidir) kavuşacaktır.
Söz kadim soru “aşk’nedir?”den açılıp da İthake’ye, oradan da Odysseia ve Odysseus’a varınca, bir adım sonrasının bir başka ada ve kimbilir belki bir başka efsane olan Kıbrıs’a (sürekli aranan, özlenen ve geri dönülecek olan) ve de -kendi adasına dönme çabası içinde çırpınan Odysseus’a (hangi Odeysseus’a) ne kadar benziyor bilemem ama- Kıbrıslı’ya kadar uzanması; metnin teşvik ettiği ‘çoklu okuma’nın mı, hayallerin tarumar ettiği duyguların mı, yoksa anlatılması imkânsız şedit bir aşk’ın dayatması mıdır, varın siz karar verin; ama hangisi olursa olsun galiba yerine oturuyor. İster ona, “Kıbrıs bir ada(mıdır), cennetten parça(mıdır)” yollu güzellemelerde bulunalım; ister artık öyle olmasa da hâlâ “Yeşilada” (Ceziret-ül Hadra) diyerek hayali renklere boyayalım; istersek “açık hava hapishanesi” , “mandra” diyerek aşağıyalayalım; ve istersek “işgal edildi”, “parçalandı”, “yok edildi” diye hayıflanalım; yine de Kıbrıs bir ‘İthake’ olarak oradadır ve Kıbrıslı da ister dışarda ve isterse içerde yaşasın “İthake’ye duyulan o özlemi”, “aşkın ve arzunun coşkusu ve gerginliği” olan o büyük özlemi hâlâ yaşıyor gibidir. Oraya geri dönebilir mi (İthake), ya da mitolojinin abartılı hayal gücü ile kurgulanmış eski bir efsane (Odysseia) ve onun ‘polymetis’, ‘polymekhanos’ ve ‘polytlas’ gibi üstün meziyetler taşıyan yiğit kahramanı (Odysseus); çağdaş gerçeklerin yaraladığı, sürekli kanayan Kıbrıs ve o gerçeklerin rüzgârında savrularak parçalanan ve eğer varsaydı o ‘meziyetlerini’ çoktan yitirmiş Kıbrıslı için bugün bir anlam ifade edebilir mi? Ya da daha gerçekci ve daha zalim bir soru soralım:
Geri dönülecek öyle bir ‘İthake’ (Kıbrıs) ve geriye dönecek öyle Kıbrıslı var mı..?
Soru bir an için orada kalsın ve biz en başa, yine aşk’a dönelim. Üzerine yapılan duygusal/felsefî spekülasyonlar bir yana, aşk’ı yaşarken kendisini ve nesnesini nasıl benzersiz kıldığımızı, ona mükemmellik atfederek nasıl bütün kusurlarından arındırdığımızı, onu değerlendirirken, nasıl her türlü olumsuzluğunu -hatta ilerde belki de bize çok tiksindirici görünecek olumsuzluklarını- olumlu kılarak, her düzlemde nasıl meşru hale getirdiğimizi anımsayalım. Onu ‘anlatılmaz’ (ya da eksik ‘anlatım’lı) kılan da bu mükemmellik hali değil mi zaten? Şimdi ayni mükemmelliği Blondel’in aşk’tan söz ederken “tek bir nesneye yoğunlaşma, aniden ve (nihayet) keşfedilen bir İthaka’ya (İthake) duyulan şu özlem, aşkın ve arzunun coşkusu ve gerginliğidir” cümlesinden hareketle muhayyelemizde ve hatıralarımızda “hep kendisi kalan” ve hep ‘cennet-mekân’ olan “Geri dönülecek öyle bir ‘İthake’ (Kıbrıs) ve geriye dönecek öyle bir Kıbrıslı (Odysseus) var mı”? soru(su)nu bir kez daha soralım.
Önce bir kez ayrılan yerin geriye dönüldüğünde artık o eski yer, oradan ayrılıp geriye dönenin de o ayrılırkenki kişi olmadığı ve böylesi bir yolculuğun çok zahmetli, kahırlı, fedakârlık ve feragati gerektirdiği gerçeğinin altını çizerek bir kenara koyalım ve sonra da bu gerçeklikten hareketle, açık yüreklilikle, sorunun yanıtını verelim:
Öyle bir Kıbrıs -tıpkı aşklar gibi- en güzel ve en yaşanılır haliyle sadece düşlerdedir; ona geri dönecek Kıbrıslı (Odysseus) da ancak o düşlerde yaşayan kahramanlar kadar sahici ve gerçektir.