-Aşk’ın ıstırap olarak yaşanan saadeti -
Başka zamanlardı…
Olur da bir dizesini unutur ya da bir kelimenin yerini değiştirir de başını döndüren o efsunlu melodi dağılır, yüreğini hoplatan o gizemli rüyadan ansızın uyanır diye, durup durup aynı şiiri bir daha ve bir daha okur, yetmez, ezberinden tekrar ederdi. Attila İlhan’ın “Üçüncü Şahsın Şiiri”ni bilmeyen ya da duymayan var mıydı; varsa yaşıyor muydu; yaşıyorsa aşk nedir biliyor muydu:
“gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım”
Sonra biraz soluklanır, şiire içkin o büyük ve ayrıcalıklı serüveni kendi dünyasında, tutkulu hakikati olarak yaşamaya koyulurdu. Şairin kirpiklerini eğerek bakan
-“kirpiklerini eğerdin bakardın”-
ve içini ürperterek onu üşüten
-“üşürdüm içim ürperirdi”-
hayal/gerçek sevgilisi o dakikadan sonra kendi hayatına dâhil olurdu. Şimdi o hayal/gerçek sevgili bu kez kirpiklerini eğerek ona bakan, içini ürperten ve üşüten imkânsız bir sevdanın resmine dönüşürdü. Her biri ateşten oklar halinde yüreğine saplanan o dizeleri okudukça, sınır boylarında nöbete durduğu gecenin içinde, elini uzatsa avcuna dolacak kadar yakın yıldız sağanağının altında, o sınırlara çarpıp duran ve eni boyu bir avuç şehre mahkûm olan yeni yetme gençliği birdenbire bir kuş gibi kanatlanırdı. Sonra o kuş, adı İstanbul olan uzaklara gider, orada Maçka’ya konardı; limandaki gemilere bakardı:
-“ne vakit maçka’dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu”-.
Bakarken gemilere, kendini iyice kaptırır, hızını alamaz, ergenlik sancılarıyla bunaltıcı bir tekrar halinde yaşanan akşamlarını şiirin marifetiyle bir roman gibi bitirirdi:
-“akşamlar bir roman gibi biterdi”-
Akşamlar bir roman gibi biterdi bitmesine de, aşk bitmezdi. Artık kendinden başkası ve belki de bir başkası olarak asıl şimdi kendine en yakın kendisi olan o, varlığına adı kadar emin olduğu kanlar içinde yatan bir kadını aramaya başlar ve bulacağından emin olduğu o kadının kim olduğunu dehşetli merak ederdi:
-“jezabel kan içinde yatardı”-
Oysa jezabel kanadıkça Sevgili’nin kalkıp gerçek bir başkası olan Öteki’ne
-“çöp gibi bir oğlan ipince”-
gideceğini
-“sen kalkıp ona giderdin”-,
sabaha kadar O’nunla kalacağını
-“sabaha kadar kalırdın”-
ve hele bir de kolları arasına yerleşirse
-“hele seni kollarına aldı mı”-
işte o zaman felaketi olacağını ve ağlayacağı bilirdi:
-“felâketim olur ağlardım”-,
Şiir bitince zalim ve çıplak gerçeklik bütün ağırlığıyla üzerine çöker, karanlık bir boşlukla baş başa kalır, delikanlı haline mühürlenen ve kendini hep ‘üçüncü şahıs’ olmaya gönüllü mahkûm kılan o hayali aşkların, neden bu kadar vazgeçilmez ve üstelik bu kadar can yakarken, aynı anda ebedi kılınmak istenecek bir saadet anı olarak yaşanmak istendiğini düşünürdü. Ne tuhaf,
-başka tür olması mümkün müydü- aradığı yanıt yine bir başka A.İlhan şiirinden (“kaptan-3”) gelirdi:
“saadetin ıstırap çekmek olduğunu ben keşfettim
çarmıhta bir isa gibi ben ıstırap çektim
bir sulfat acılığı sinerse parmaklarına şiirlerimden
gözyaşları sinerse küstahça kafiyeli
anla ki ölümle hayat arasında zaman gibi mesudum
kendimi öldürecek haldeyim seni öldürecek saadetimden”
Bu dizeleri okudukça şairin de şiirin de hayat iksirinin yaşayarak tüketilen değil, hayal edilerek sürekli çoğaltılan ama bir o kadar da imkânsız kılınan aşk olduğuna hükmederdi. Ve bir aşk’a sahip olmanın hayaliyle o aşk’ı elde etmenin gerçeği arasında kalan şairin, hep bir adım ötede olacak kadar yakın ama asla ele geçirilemeyecek kadar uzak (imkânsız) olana yönelmesindeki esrarın; sonlu olanın er ya da geç kendini tüketecek olan hazzın, sonsuz olanın ise ulaşılamayacak kadar mükemmel ama hep ulaşılmak için peşinden gidilen saadetin nesnesi olmasına bağlar; aşk saadetinin ıstırap olarak yaşanmasının ve bir kader olarak benimsenmesinin, işte tam da bu imkânsızlıktan kaynaklandığını düşünürdü. Şu farkla ki, büyük ve tutkulu aşkı karşısında ‘üçüncü şahıs’ olma ıstırabını dile getiren şairin, bu durumu kaderin kendine kötü bir oyunu olarak kabul etmek ve ona isyan etmek yerine; o kaderi kendisinin yarattığına, ıstırap yükünü gönüllü olarak çektiğine (imkânsız bir aşk başka nedir ki), bu yüzden onu ebedi bir saadet anı olarak yaşamak ve yaşatmak istediğine ve nihayet yaratıcılığını da buradan beslediğine inanırdı. Dahası ‘ıstırap’ temelli bu serüvenin sanatın ve hatta varoluşsal yaratının temel dürtüsü olduğu hissine kapılırdı.
İyi de sadece şiir miydi aşkın ıstırabını bir saadet olarak yaşayan ve yaşatan. Peki ya roman? Misal, o başka zamanları anlatan Orhan Pamuk’un “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” cümlesiyle başlayan ve “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım” cümlesiyle sona eren “Masumiyet Müzesi” romanında, aşk’ın saadete dönüşen, öyle algılanan ıstıraplı serüveni değil miydi bir tutku olarak yaşanan ve yaşatılan. 1975’te başlayan ve sadece 44 gün süren bir beraberliğin ardından gelen ayrılıktan sonra, çeyrek bir yüzyıl hep bir kavuşmanın özlemi olarak yaşanan tutkulu aşkın kahramanı Kemal, yazar Orhan Pamuk’a anlattığı, vuslatın hemen öncesinde ölümün araya girerek imkânsız kıldığı dramatik hikâyesini muzaffer bir gülümseme ile tamamlarken, tıpkı şair gibi kaderine isyan etmekten çok, kendi yarattığı o kader sayesinde nefes alıp vermiyor muydu? Ebediyen yitirdiği sevgilisi Füsun’un “fotoğrafını aşkla öpüp, ceketinin göğüs cebine dikkatle yerleştirirken”, yarım kalmış bir aşkın acısını değil, her şeyini kaybetmiş olmak pahasına ıstırabın saadete dönüştürdüğü ve “çok mutlu yaşadım” dediği hayatını hatırlayarak teselli bulmuyor muydu?
Şimdinin an’la sınırlı dar zamanlarında, haz ve hızdan ibaret bir tüketim nesnesi olarak yaşanan aşk, o zamanların geniş aralığında, varlığı imkânsızlığında, hikâyesi şiirin dizelerinde ve romanların satırlarında, saadeti ise o imkânsızlığın ıstırabında duygu yoğunluğu ve anlam kazanarak çoğalan tutkulu bir hayal olarak yaşanıyordu.
Evet, o zamanlar başka zamanlardı.