Aşkın Sonsuzluğundan Sonsuzluğun Aşkına
Aşk sevdiğiyle bir olma değildir. Aşk cinsel tutkuların yoğunlaşmasıyla birleşen harika bir şevkat ve sevgi okyanusu değildir.
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Aşk diye bize öğretilen şeylere aşk diyebilir miyiz? Tüketim çağında aşk adı altında yaşadığımız şey olsa olsa benmerkezci, vermekten çok almaya odaklı ilişkiler olabilir. İlişki kavramına aşk deyince de aşkın ne olduğunu arayıp bulma olanağından mahrum kalıyoruz. Bir konuda çıkmaza düşmüşsek yapabileceğimiz en iyi şey, zor da olsa konuya kendi gözlerimizle bakmaya çalışmaktır. Ne kitapların ne de başkalarının düşüncelerinin yetmediği, bu ikinci el bilgilerin bizi doyumsuz ve yapayalnız bıraktığı zaman kendi iç gücümüzün sınırsız olanaklarını keşfetmeye hazır olmalıyız.
Aşk hakkındaki anlayışımız, muhtemelen yaşam ve kendimiz hakkındaki düşüncelerimizin en doğrudan yansımasıdır. Herkes aşkı kadar vardır. Peki ama nedir aşk? Sadece bir kelime mi? Sonsuz sayıda çeşitliliği yansıtan tek bir kelime olabilir mi? Belki de bu sonsuz anlam ve yaşantıların hepsi de aşktır, belki de değil. Ancak bir gerçek var ki, eğer çok yaşamsal bir konudaki yanılgılarımızdan kurtulamazsak o konudaki gerçeğe asla ulaşamayabiliriz. Bu bizi sonu gelmez bir olumsuzlama edimine götürmelidir: aşkın ne olmadığının keşfine.
Aşkın Ne Olmadığını Anlamak
Aşkın ne olmadığını anlamakla işe başlayabilir miyiz? Bir şeyin ne olmadığı nasıl anlaşılabilir ki? Daha ne olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyin bir de ne olmadığını mı anlayacağız? Belki de şöyle söyleyebiliriz, bir konuda bütün bildiğimizi sandığımız şeylerin çürük ve aldatıcı olduğunu görebilirsek, içimizde doğan çaresizlik o konuya doğrudan ve keskin bir bakışı mümkün kılabilir. Aşk bir ruh hali midir? Aşk iki kişi arasında mı olur? Bütün bu düşünceler de yok sayılmalıdır. Aşk ne bir ruh halidir, ne de iki kişi arasındaki harika bir çekimdir, ne de paylaşımdır. Aşk sevdiğiyle bir olma değildir. Aşk cinsel tutkuların yoğunlaşmasıyla birleşen harika bir şevkat ve sevgi okyanusu değildir. Ama belki de bunlardır, ya da değildir de. Çünkü biz bunları bilip düşündükçe, aşk hakkında en ufak bir düşünceye bile sahip oldukça ondan sonsuza kadar uzaklaşmış oluyoruz. Ya da şöyle diyelim, evet aşkı yaşayabiliriz, ama bu gerçek aşk olmayacaktır. Neden mi? Çünkü orada aşkı yaşayan biri vardır ve o “BİRİ” dediğimiz özne var olduğu sürece “onun OLMADIĞI bir halde” yaşananın ne olduğunu bilemeyiz.
Üç tane pervane böceği vardır. Gecenin karanlığında uzaktan yanan ateşin ışığıyla büyülenerek ateşin çekimine kapılırlar. Bunlardan bir tanesi ateş çemberinin dışında durarak ateşin etrafında ona yakalanıp yanmadan dönmeyi başarabilir. İkincisi ateşe biraz fazla yaklaşır kanatları yanmaya başlarken kendini zar zor dışarı atar ve yaralı kanatlarıyla sakatlanmış olarak oradan kaçar. Üçüncüsü ise ateşin büyüsüne dayanamayıp ona iyice yaklaşayım derken ateş tarafından yutulur ve yok olur.
Bunlardan hangisi gerçek aşktır sizce? Hangi pervane böceği ateşle olan gerçek aşkı yaşamıştır? Siz bunlardan hangisisiniz? Aşka doğru yol alırken yanmanın dayanılmaz acısıyla oradan kaçan ve ömür boyu bu acıyla kıvranan mı? Yoksa sevdiğiyle uyumlu bir denge oluşturacak kadar dikkatli davranarak onun etrafında dönen ve aşkın ateşiyle mest bir şekilde onu anbean tadacak olan mı? Yoksa onun dayanılmaz çekimine kapılıp kendisini aşkın içinde yok edebilen mi? Yaptığınız seçim her neyse belki de sizin kendinize özgü gerçeklerinizi yansıtıyordur, belki de kişiliğinizin dışavurumuyla aşkı o şekilde yaşamayı seçmişsinizdir. Belki de kültürünüz sizi imkansız aşka koşulladığı için birlikte olduğunuz insanda güvenlik ve huzur bulurken, ulaşamayacağınıza aşık olmuşsunuzdur. Ya da belki de işlerin doğası böyledir, aşk hep uzakta ve ulaşamayacağımız bir yerlerde olacaktır. O arzu nesnemize ulaşıp da onu tüketmemek için, Lacancı bir deyişle arzulamanın kendisi arzuya kavuşmaktan daha değerli olduğu için yaptığınız bir seçimdir. Lacan der ki “Bilinçdışı işte bunun için icat edilmiştir — insanın arzusunun başkasının arzusu olduğunu fark etmemiz için. Aşk tutkusu arzunun göz ardı edilmesini içerse de, aşkta arzunun bütün önemini koruduğunu fark etmemiz için.”
Öykü gerçekte kişinin sonsuzluk aşkına verdiği tepkileri anlatır. Sonsuzluğun azameti karşısında benliğini ve “dünya bilgisini” her an tamamen terk ederek dönüşüm geçirebilen kişinin cesaretidir söz konusu olan. Pervane böceği akıllı bir varlık olmadığına göre, aklıyla hesap yapıp ölçüp biçip doğru mesafenin ne olduğuna karar veremez. Fakat biz insanlar akıllıyız. Ve hesapçılığımızla yanmaktan kurtulup “varmışız gibi” davranmaya devam edebiliriz. Peki yok olmaktan korkan dönüşebilir mi? Arzusundan vazgeçip kendini arzulayanın arzusuna teslim edebilir mi? Lacan’ın dediği gibi eğer arzumuz başkasının arzusu olabilirse, kendi arzumuzdan kurtulmanın hafifliğini yaşamaz mıyız?
Şöyle derinlemesine baktığımızda hiç kimsenin yaşamının tek başına bir anlamı olabileceğini söyleyemeyiz. Her birimiz yaşamımızı anlamlı kılabilmek için kendi ötemizdeki bir şeye doğru açılmak ve onunla bütünleşmek, ona kapılmak, ama sadece kapılmak da değil, onu değiştirmek, ona bir katkıda bulunmak isteriz. Ancak o zaman kendi özbilincimizin, sürekli kendimizle dolu olmanın ağırlığından kurtularak daha büyük bir varoluşa katıldığımızı hissederiz. Her birimiz eksik yaratılmışız, ölümün karşısında hiçliğimizi hissetmemek ne kadar da zor.
Sırf olumsuz bir duygudan kurtulalım diye bir şeylere yönelmek elbette ki sağlıklı değildir. O zaman o yöneldiğimiz şeye bağımlı olmak gibi bir açmazla karşılaşırız. Kendimizi yetersiz ve öfkeli hissederiz. Bağlandığımız şeyler ya da kişiler, aşık olduğumuz insan bizi var ederken, onun ellerinde bu kadar korunmasız ve incinebilir olmak bizi o kişiye karşı kızgın bir hale getirir.
Tam da bu incinebilirlik bize insan olmanın sınırlarını hatırlatıp narsisizmimizden kurtarırken, aynı zamanda da bizi çok daha ötedeki bir anlam yolculuğuna çıkartabilir. İncinmez olmadan sevebilmek için kendi sevilme ve beğenilme ihtiyacımızı aşmak durumundayız. İşte bu yüzden aşk öğreticidir: O bize gerçek sevginin sarsılmaz ve dik duruşuna odaklanma çağrısı yapan bir dürtmedir. Ya kendini aşacaksın ya da sevgisizliğinin cehenneminde öleceksin. Aşkın engelleri o kadar çoktur ki, hangi birini aşarsanız aşın yeni bir tanesi daha karşınızda beliriverir.
Biz modern toplumda bir insana duyulan aşkı nihai aşk sanma eğilimindeyizdir. Bunun nedeni ayrı benliklere odaklı yaşamamız ve insanlar ve olaylar arasındaki ilişkileri görmeyecek şekilde eğitilmemizdir.
Aşk Ve Ölüm
Yaşamımızda iki duygu vardır ki alt edilemez bir güçle bizi ele geçirir: Aşk ve Ölüm korkusu. Dünyanın bütün gizemleri, bütün acıları ve bütün anlamları da bu ikisinin arkasında saklı gibi görünür. Yüzüklerin Efendisi’ndeki her şeye hükmeden tek yüzük gibi bir gücümüz olsaydı muhtemelen büyük bir yanılgıyla aşka ve ölüme hükmetmeye çalışabilirdik. Ancak bu ikisi öylesine büyük bir gizeme sahiptir ki, tam da onlara hükmetmemizin en korkunç olasılık olduğunu bilmemizden olsa gerek, aşkın denetlenemezliğine ve ölümün büyüsüne kapılmaya hazır bir şekilde bekleriz bitimsiz ufkun ötesini. Aşk da ölüm de bizi yok ederek var ederler ve bu nedenle ikisinden de vazgeçemeyiz. Ancak Thomas Mann “ölümden daha güçlü olan şey akıl değil aşktır” demiştir.
Aşk hep imkansızı arayıştır, hep umutla başlanır aşka, bizi bütün dertlerimizden kurtaracak, ağırlığımızı kaldırıp bizi göklere uçuracak kişiyi bulmuşuzdur. Her aşkın öncesinde yalnızlık ve eksiklik duygularıyla geçen bir dönem vardır. Bu dönemin nasıl geçirildiği kişinin aşkı nasıl yaşayacağını, aşkıyla ne gibi değişimler yaşayacağını belirler. Aşık olmadan önce yalnızlığını birliğe, eksikliğini bütünlüğe dönüştürebilen kişi aşk denen muazzam çarpılmayı yaşamaya hazır hale gelebilir. Ya da deyim yerindeyse hakikatiyle aşık olabilir. Benliğindeki zayıflıkların farkında olabilen ve bu nedenle kendisiyle olan çatışmalarını çözümleyebilen ve çelişkilerini aşarak akabilen bir insan aşık olmanın olgunluğuyla yoluna devam edebilir. Tutunacak bir benliğinin olmadığı gerçeğiyle yokluğun dipsiz karanlığından geçen bir insan sonsuz bir hafiflemeden sonra çevresiyle alıp vermeye başlayabilir. Dünya bir pazar yeridir, herkes bir şey verir ve bir şeyler alır. Maddi anlamda bir alışverişten bahsetmiyorum. Biz neysek onu verebiliriz ancak. Bu gözle görünmez, sadece içsel gözümüzle algılanabilen bir hediyedir. Bu hediyeyi var olduğumuz her an etrafımıza saçarız. Sesimizle, gülüşümüzle, duruşumuzla, sohbetimizle veririz ve karşımızdakilerden de onların bitimsiz güzelliklerini alırız. Sevdiklerimizin kusurları bizim zenginliklerimiz olmuştur artık. Herkes mükemmel olduğu noktalarda evrensel değerlere katılır, ama bizi özgün mutlaklıklar yapan şey ise kusurlarımızdır. Yapabildiklerimiz değil, niyetlensek de, içimizde büyük bir heyecan duysak da yapmadıklarımız, olamadıklarımızla yani kusurlarımızla biz biziz. O zaman dünya tamamlanmamış olur ve eksikleri gidermek için bir çaba göstermenin güzelliği ortaya çıkar. Aşk hep eksikliktir, hep bitmemişliğin hüznüdür. Aşk Tanrı olamamanın güzelliğidir, bunu istemeden, asla Tanrı olmayı amaçlamadan sonsuza kadar yola devam edebilmektir. Bir gün uyandım ve bugünün sadece bugün olduğu gerçeğinin tatlı neşesini yaşadım.
Aşk Sıradandır
Biz aşkın iki kişinin yoğun karşılaşması, erimek, bağlanmak, cinsellik gibi konularla ilişkili olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. Oysaki aşk bunlardan daha fazla sıradan şeylerle ilgilidir. Aşk sabah uyandığımızda aldığımız ilk nefes, ilk düşünce, duyumsadığımız ilk sesle başlar. Eğer bu sesin, bu nefesin ya da bu düşüncenin içine giremezsek aşkın, başka bir insanla olan karşılaşmanın büyüsünün de içine giremeyiz. Başka insan önce o ilk duyumların içindedir. O duyumların sonsuz yankılanmasıyla doğar aşk. Aşk rüyalarımızdaki tuhaf güzellikteki hislerin toplanmasıyla oluşur. Ve aşk başkalarının acılarından doğar, çevremizde sevdiğimiz her insanın mutsuzluklarından. İstesek de istemesek de, farkında olsak da olmasak da, bir insanın acısını, yalnızlığını duyumsadığımızda ona doğru çekiliriz, onu iyi etmek, onu mutlu etmek için bir çaba içine gireriz. Ve işte bu aşktır. Küçük ve önemsiz olanı büyük ve önemli olana tercih edebilmektir. Aşk anların sonsuzluğudur, sonsuzluğun ışığından bakınca her şeyin sonsuz değer almasıyla dolup taşar insanın yüreği. Ve bu aşk dediğimiz hafiflik hissini doğurur.
Düşüncenin Aşkı
Aşk, düşünce dünyamızın sınırsızlığıdır. Düşünce sonsuzluğu kapsadığı zaman, düşünce ve sonsuzluk bir olur. O halde düşüncemiz sonsuz olmalıdır. Düşünce nasıl sonsuz olur? Eğer düşündüğümüz bir şey kısıtlıysa, sözcüklere ve ikiliklere bağlıysa, karşıtı da savunulabiliyorsa o düşünce sonsuz olamaz, o şekilde düşünmek bizi sonsuz düşünceye götüremez. Sonsuz düşünce bütün düşünceleri aynı anda kapsayan sessiz düşüncedir. Düşünceleriyle akan, düşüncelerini sadece kelimeler olarak değil, bütün sezgi, hayal ve iç görülerle yaratan zihin sonunda düşüncenin bile ağırlığından kurtulur, içinde tutunan, duran tek bir düşünce bile kalmaz, tam bu an sonsuz ve gerçek aşka dönüşür. Artık her şey her şeyle tıpatıp aynıdır. Bütün geçmiş birden bire bu ana girmiş ve yok olmuştur, gelecekte olabilecek her şey gerçekleşmiştir. Ne geçmiş ne şu an ne de gelecek vardır. Zaman yok olduğu için akacak bir düşünce de kalmamıştır, ama aynı anda bütün bir düşünce seli de kaygısızca içimizden akmaya devam etmektedir.
Aşk Akla Direnmektir
Aklımız bize olayları kontrol etmek ve düzenli bir mutluluk sağlamak gibi bir vaatte bulunur. Sistemler kurar, teoriler icat eder ve bunlara dayanarak güç toplamaya girişir. Ne yazık ki aklın bu eğilimi zihnimizin en nevrotik tarafı olmuştur. Çünkü dünyayı kontrol altına alma edimimizin gerçek anlamı ona hizmet etmek değil, onu hizmetimize sokmaktır. Dünyanın kendimizce hakim olabileceğimiz bir parçası üzerinde küçük mutluluk oyunları oynayabileceğimiz bir alan yaratırız. Belki de aile, toplum, evlilik gibi kavramlar bu küçük oyun alanlarını pratik ettiğimiz ortamlardır. Tam da bu yüzden aşktan mahrum kaldık. Çünkü aşk, evlilik ya da toplumsal prestij oyunu değildir, aşk ciddiyet ve aşkınlık ister. Aşk toplumsal alana destek olup, insanları hizmet etme bilinciyle severken gökyüzünün sınırsızlığına açılabilmenin denge, cesaret ve bilgeliğidir. Koestenbaum’un dediği gibi aşk sadece olgun insanlara göredir. Aşkta başarının bir tanımı yoktur. O bitebilen bir şey değildir. Elbette bu huzur onun olağan bir sonucu olsa da aşkın hedefi evlenip huzurlu olmak da değildir.
Bu nedenle aşk ciddi bir çalışma demektir. Enerjimizi oyalantılarla dağıtarak varoluşsal çalışmaların, insanlara hizmetin, içsel zenginleşmenin gerektirdiği ciddi uğraşlardan kaçamayız. Aşkı sadece bir insanla ilişkimizin içinde bulmaktan öte onu kendimiz ve evrenle olan her daim ilişkide bulmak durumundayız. Yoksa kökleri olmayan bir ağaç gibi, bir insana olan aşkımız da en ufak bir rüzgarda savrulup gider.
Yaşantımızı ve kim olduğumuzu anlamlandırmaya çalışırken bir noktada durup “işte bu benim” deme ihtiyacı duyarız. Ama bu ihtiyaç her ne kadar doğal olsa da, kendimizi bir benlik imgesiyle özdeşleştirmemeyi öğrenmeliyiz. Yaşam her an değişen ve bizden sürekli yaratıcı bir biçimde bulunduğumuz anlara tepki vermemizi gerektiren sonsuz bir devinimdir. Bir bilge yaşamın bizzat hareket, devinim olduğunu söylemiştir. Kişiliğimizin gölge derinliklerinde, varlıktan hiçliğe yapılan dans bizi tekinsiz, garip ve korkunç bir girdabın içine çeker. Bu girdaba yeterince hazırlığımız olmadan girmek parça parça olmaktır, ancak yaşantısını boşluğun sürekli saflığıyla terbiye edebilenlerin geçebileceği bir girdaptır bu.
Yaşadığımız çağda bir şeyin uzmanı olabiliyoruz. Bir mesleği öğrenmek için on yıllarımızı veriyoruz, para kazanmak için bütün bir ömrümüzü tüketiyoruz. Ancak olmayı, sevmeyi, aşkı öğrenmek için yaptığımız hiçbir şey yok neredeyse. Aşkı ucuz dizilerden, kalıplaşmış film senaryolarından öğrendiğimizi sanıyoruz. Bu durum kısmen bilinçsizleştirilmiş, ilişkileri kopartılmış bir dünyada yaşamamızdan kaynaklansa da, bizzat bizler de kendi dünyamızı arındırıp anlamlı ve keskin bir görüş oluşturmak için yeterli fedakarlığı göstermiyoruz. Hayatında aşkın anlamını bulamamış, sevmeden sadece sahip olma güdüleriyle aşık olmuş ve kısa sürede bu duygularını da tüketmiş insanlar olarak yaşayıp gidiyoruz. Aslında aşk bir heveslilik hali değil midir? En üst sevgiye, bilgiye, varoluşa ulaşmak için içimizdeki asli kökenle bağımızdan doğmaz mı? İnsan öylesine yüksek bir yaşama arzu ve sevinciyle dolmalı ki, önündeki bütün engelleri aşıp yürüyebilsin. Aşk için çalışmak sonsuz güzellik için çalışmaktır. Aşk eğer bir şeyin içinde kendini yitirip yol olmaksa, bunun sürekliliğini sağlamak bizi gerçek anlamda Aşık yapar. Belki de ulaşabileceğimiz en üst mertebe budur yaşamımızda.