ASLINDA
ASLINDA
Neriman Cahit
Benim bildiğim, yıllardır içtikleri su ayrı gitmeyen çok samimi iki arkadaştılar. Onlara, bu güzelliğin nedenini sorduğum zamanlarda:
- Birbirimizde, ‘uzlaşmaz çelişkiler’ yaratmak yerine, karşımızdakini: “Özgün bir birey” olarak kabul ediyor ve böylece çok güzel bir dostluk yaratıyoruz…” diyorlar ve devam ediyorlardı:
“Birbirini, kendi dünyasında algılamak, doğruları ve yanlışlarıyla benimsemektir aslolan… Aynı pencereden farklı yönlere bakabilir… Aynı başlangıç noktasından farklı yönlere koşabilir insanlar…”
VE HAKLIYDILAR… ÇÜNKÜ…
“Tüm insanların ortak noktası çelişki ve isyandır… İnsan, hem çelişki, hem de isyan yumağıdır… Kibar olsa, bilgili ve cahil de olsa…” diyor Baudelaire ve insanın, inanılmaz, anlaşılabilmez, ‘radikal’ bir başkaldırı sergilediğini ekliyor…
***
Her insan, potansiyel olarak, biraz buhar, biraz bulut, biraz yağmur ve biraz fırtınadır…
Farklılık, bu potansiyelin ortaya çıkacağı zaman dilimlerinde ve mekânlardadır. Öyleyse, bir insanın anlamı, diğerine bağlıdır… Yan yana getirilen iki rengin, birbirini yorumlaması gibi…
“En yakınımızdaki ile bile aramızda ‘saat farkı’ var diyor Murathan Mungan…
Bu yüzdendir ki, kendince haklı herkes.
“Beni anla ya da rahat bırak” diye çığlık atma yerine… Farklılıkları doğal görme, incinmeme gibi bir yarar da sağlar…
Herkes, kendi doğruları oranında vardır… Kendi iradesiyle özgürdür… Kendinin yaratıcısı ve rehberidir…
GERÇEKTE…
Aslında, hepimiz yalnızız…
Hiçbir zaman, kimseyi tümüyle anlayamayız ve bizi çok sevenlere bile, bir parça ‘yabancı’ kalırız…
Dahası, zaman zaman ‘kendimize’ bile…
Diğer bir gerçek ise, hiç kimseye, hiçbir şeyi ‘anlatmak’ zorunda olmadığımızdır…
Hiçbir sözcüğümüzün anlaşılmaz olmasından korkmamalı… “Beni anlamıyor” çığlıkları atmamalıyız…
Bunun yerine…
Tek tip insandan başkalarının kendilerini var etme haklarını ellerinden alan “anlatıcılardan” korkmalıyız…
Her birimiz, kendi anladıklarımızla, kendi anlaşılmazlıklarımızla varız…
Gelin anlatmak ya da anlaşılmak yerine “SEVMEYİ” seçelim… Eksiğimizle… Gediğimizle…
***
Karşılıklı taviz verilmezse, ilişki olmaz zaten…
Kaldı ki, ilişkide, birbirini çok fazla anlamak da gerekmiyor…
Anlayamadığımız bizi düşünceye sevk eden, yaratıcılığımızı ortaya çıkaran ilişki, en çekici ilişkidir…
Adını koyamadığımız, anlaşamadığımız ama onun içinde farklı şeyler üretebildiğimiz ilişki…
“Her şey çok iyi gidiyor, çok iyi anlaşıyoruz” dediğimiz zaman, o ilişki bitmiştir zaten…
Ne negatif ne de pozitif bir heyecanı vardır…
Anlayamamak, bir ilişkinin en önemli dinamizmi galiba…
Ve anlaşamamak üzerine, çıkan kavgalar önemli…
***
Her şey anlaşıldığı zaman… Çoğu şey yanlış gidiyor demektir…
İki insan, tek insan olamaz…
Onlar, sadece belli kalıpların, belli çerçevelerin içine girmiş insanlar olabilir…
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Tarihi Sadece Uluslar Yazmaz…
YA KİŞİLERİN TARİHİ
Neredeyse, kendine geldi geleli, sömürgecilikten kurtulamayan ülkemizde, biriken sorunları çözmek kendi elimizde olmadığına göre… birçok sorun kemikleşerek ve yenileri de eklenerek, günümüze gelmiştir…
Doğal olarak da, sürekli oluşan bu yaralarda biriken cerahat, tüm çürük ve kokularıyla birlikte kendini bu günlere taşımıştır.
Çocuklarımız, gençlerimiz (aslında kendimiz için de) artık yapmamız gereken, geçmişimizi adım adım masaya yatırarak – özeleştiri kalburundan geçirip, bugüne, gün ışığına çıkarıp, “Özeleştirilerimizle” yeniden değerlendirip – hiçbir şeyi saklamadan – yeni kuşaklara teslim etmektir…
Doğaldır ki, bu teslim, yeni bir hedef için değil, bizim hatalarımızdan, onların çıkaracakları dersler ve deneyimler içindir…
***
Niçin mi…
Çünkü ve hala, “hazır ya da gelişigüzel reçetelerle, hastanın / hastalığın, hangi ilaca olumlu tepki gösterdiği bilinmeden yapılan yaklaşımlar, eğer uzun süre daha devam ederse… hasta daha da ağırlaşacak… Ve belki de ölecektir…
***
Tarihi, sadece uluslar mı yazar…
Ya, kişilerin tarihi…
Ki, yaşadığımız her anı, bizim için biriktirir, yaşanmış zamanların asla silinip gitmesine izin vermez…
Biz yaşarız, tarih kaydeder… Ve bir kenara atılmış, unutulmuş her hayat parçasını, “bireysel ve toplumsal tarihimizi” oluşturmak için saklar…
Doğanın ve toplumun yasalarına bağlı, ‘başı-sonu belirlenmiş hayatlarımızı’ özgürleştirmek için verdiğimiz tüm savaşları ‘gülümseyerek’ izler… Ama yaşadığımız her olay ve akıp giden zaman onu besler…
Böylece, daha yaşarken tükettiğimiz anılarla, ‘bireysel tarihimiz’ oluşmaya başlar…
***
Biz onu çağırmasak da, tarih asla peşimizi bırakmaz… Binlerce yıldan beri biriktirdiği olaylar, duygular ve kayıtlarla, soluğu hep ensemizde, dokunuşu tetiktedir.
Genel tarihimiz kadar, “bireysel tarihimiz” de önemlidir… Dünyanın tarihi, dünyanın kararıysa eğer, bireysel tarihimiz de, kendi kararımız mıdır?
Peki, bireysel tarihimize hükmedebilir miyiz? Bize acı veren kayıplarımızı, ‘kazanca’ çevirebilir miyiz?
Bireysel tarihimizi, kendi kararımızla, dilediğimiz gibi yazabilir miyiz?
***
Bireysel tarihimize egemen olamadığımız için midir, ‘İktidar Savaşlarındaki’ acımasızlığımız…
Gelecek zamanlar nasıl ‘doğumu’ çağrıştırıyorsa, geçmiş zamanlar da ‘ölümü’ çağrıştırdığından, tarih bazıları için ürkütücü olabilir…
Egemen olan tarih anlayışına göre hem toplumsal hem de bireysel olarak bir ‘ölüler Kitabıdır’ tarih…
Kimsenin, gerçek anlamda kapağını açmak istemediği bir kitap… Ama,
“Geçmiş, bazıları için ürkütücü olsa bile, taşıdığı ‘gizli zamanlar’ yüzünden… ‘Esrarlı ve Çekici’ değil midir…
***
Geçmişin tüm izleri, bize… Öncekilerin zevkleri, nasıl yaşadıkları, kültürel sınıfları konusunda işaretler vermez mi?
Ve insanın kendini tanıması, geçmişini tanımaktan geçmez mi…
***
Tarih akıyor…
Bazen bulunarak ama donmadan ve durmadan…
Hep akıyor…