1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Avrupa Birliği: Quo Vadis?*
Avrupa Birliği: Quo Vadis?*

Avrupa Birliği: Quo Vadis?*

... eşitsizliğin olduğu bir ortamda diyalog kurulamayacak, sonuç olarak da toplumlar birbirlerinden uzaklaşacaklardır.

A+A-

 

Hakan Karahasan
[email protected]

Bu geceki konuşmama en sevdiğim filozoflardan birisi olan Jacques Derrida’nın gelecek hakkında söylediği bir sözle başlamak istiyorum. Gelecek derken bahsettiğimiz ile gerçek gelecek arasında ince ama önemli bir ayırımla. Gelecek ve “gerçek gelecek” derken ne demek isteniyor? Başka türlü bir gelecek olabileceği mi? Diğer bir deyişle, ileride olacak olan geleceğin yanısıra, tahmin edilemez bir gelecekten bahsedebilmek mümkün müdür? Avrupa Birliği’nin nereye doğru gitmekte olduğu üzerine düşüncelerimi aktarmaya başlamadan önce, Jacques Derrida’nın Derrida adlı belgeselin başında gelecek üzerine söyledikleri üzerine biraz düşünmek gerektiği kanısındayım.

“Genel olarak, insanların Gelecek dedikleri ile ‘l’avenir [gelmekte olan] arasında bir ayırım yapmaya çalışırım. Gelecek, olacak olandır – yarın, sonrası, gelecek yüzyıl. Tahmin edilebilir bir gelecek vardır, programlanabilen, belirlenmiş, tahmin edilebilen. Ancak, bir gelecek vardır ki, l’avenir (gelmekte olan), gelmekte olanın gelmesinin hiç beklenmediği. Bana göre, gerçek gelecek budur. Tamamen tahmin edilemez olan. Gelmesini hiç ummadığım öteki. Yani, eğer gerçek bir gelecek var ise, bilinen gelecekten daha öte, o olsa olsa l’avenir’dir. Gelmesini hiçbir zaman tahmin edemeyeceğim Öteki’nin ortaya çıkması.

Eğer Derrida söylediklerinde haklı ise, o zaman buraya tahmin edilebilir gelecekten (büyük harf G ile yazılan) bahsetme amacıyla toplanmış olmuyor muyuz? Eğer gelecek tahmin edilebiliyorsa, o zaman tahmin edilebilir bir şeyi konuşmak üzere bir araya gelmenin ne anlamı var ki?

            Tam bu noktada, dikkatlerinizi madalyonun öteki yüzüne çevirmek istiyorum: Avrupa Birliği deyince ne kastediyoruz? Bana kalırsa, bu soruya verilecek cevap, günümüz dünyasına bakıldığında hiç olmadığı kadar önemli. Bunun sebebi bir kurum olarak Avrupa Birliği’nin kendisini yeniden tanımlaması, insanlara tanıtması ya da Avrupa Birliği ülkelerinin ekonomik ilişkilerinin devam edebilmesi değil elbette. Sorunun cevabı bir kurum olarak Avrupa Birliği’nin kendi varoluş sebebini açık bir şekilde tanımlaması açısından büyük bir önem kazanmaktadır.

            Burada, varoluş sözcüğünü kullanırken bunu salt Heideggerci, ontolojik bir manada kullanmıyorum. Başka bir deyişle, varoluşumuzun açıkla(n)ması sadece Varlık (Dasein) üzerinden değil, Öteki ile olan ilişkilerimiz ile ilintilidir, her ne kadar hepimiz dünya ile ilişki içince bulunurken bireysel algılarımız sayesinde yaşam dünyalarımızı oluşturmakta olsak da. Lakin, öte yandan, Ötekiler ile ilişki olmadan hiçbir şeyin anlam ihtiva edemeyeceğini de hatırlamakta fayda olduğu kanısındayım. Ötekinin varoluşun temelinde ne kadar önemli olduğu unutulduğu takdirde, varoluş salt bireye indirgendiği için ontoloji, Emmanuel Levinas’ın tabiriyle egolojiye dönüşecektir.

            O zaman, Öteki ile bir ilişki kurabilmek için bir araca gereksinim duyduğumuzu söyleyebilir miyiz? İşe burada, birbirimiz ile iletişim kurarken aslında kurulmaya çalışılan diyalog sayesinde bazı değerleri da paylaşmaya çalışıyoruz. Bir anlığına da olsa, Avrupa Birliği’nin Aydınlanma filozoflarınca şekillendirilen insan hakları ve evrensel değerler ile ilgili bir kurum olduğunu düşünebilir miyiz? Her ne kadar Aydınlanma Dönemi filozofları insan denilen varlık hakkında son derece naif bir şekilde düşünmüş olsalar dahi. Rasyonel olarak öngörülen insan denilen varlık her zaman kendisi için akla uygun olanı seçeceğinden, günün sonunda hep daha iyiye gidilecekti. ‘İlerleme düşüncesi’ sonsuz bir şekilde devam edecekti…

            İlerleme fikrini günümüz dünyasında gerçekçi bir düşünce şekli olarak düşünmeyebiliriz, lakin bundan dolayı rasyonaliteyi tamamen ekarte edip, Aydınlanma filozoflarının bizlere sunduklarını reddetmenin de var olan durumu daha iyiye götürmeyeceği kanısındayım. İrrasyonalite insan davranışlarını anlamaya çalışıldığı durumlarda, belli bir yere kadar anlaşılabilir olarak görülebilirse de, bu bizlere sahip olduğumuz değerlerin hepsini terk etmeyi ve her şeyi irrasyonaliteye devretmek gerektiği olarak görülmemeli. Başka bir deyişle, 11 Eylül 2001 felaketinin hemen ertesinde, dönemin yaşayan önemli filozoflarından Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile yapmış olduğu röportajlarda Giovanna Borradori’nin de altını çizdiği gibi, her iki filozof da Aydınlanma düşüncesi temelinden geriye gidilmesi diye bir şeyin söz konusu olmaması gerektiğini, olamayacağını vurgulamaktadırlar. Bunlar insan hakları, dünya yurttaşlığı ve kozmopolit hak olarak ifade edilmiştir (Borradori 2008, s. 14). Modernitenin karanlık taraf(lar)ı beklenmeyen gelmeden bizlere daha iyi bir dünya inşa etmek için birçok sebep sunuyor! Lakin, paradoksal olarak, beklenmeyen hiçbir zaman bir yere var(a)maz çünkü vardığı andan itibaren, tahmin edilebilir ve programlanabilen geleceğin bir parçası olur.

            L’avenir’e geri dönecek olursak: Acaba Kavafis’in çok bilinen şiiri olan “Barbarları Beklerken”de olduğu gibi, acaba bizler de “barbarlar”ı mı bekliyoruz? Eğer öyleyse, barbarlar kimdir? Kendi kimliklerimiz için onlara ihtiyacımız mı var? Tüm kimliklerin birer kurgu olduğunu düşünmüyor musunuz? Milliyetçilik çalışmaları alanında bir klasik olarak görülen Hayali Cemaatler adlı eserinde Benedict Anderson milliyetçilikten bahsederken bizlere “aynı ulus”un üyelerinin dahi birbirlerini hayal ettiklerini ve aslında ulusun bir kurgudan ibaret olduğunu belirtmemiş miydi? Grup kimliği oluşumunda bir “dış düşman” varlığı, grubu oluşturan üyeleri birbirlerine yakın olma konusunda motive eden, önemli bir etken olduğu bilinmekle birlikte, uzun vadede bu tür bir düşünce biçiminin karşılıklı etkileşim ve diyalog kurulmasını engellediği de unutulmamalıdır. Yine hatırlamak gerekiyor ki, diyalog ancak ve ancak tarafların birbirleriyle eşit oldukları bir durumda mümkün olabilmektedir. Bu da bizleri az önce belirtmiş olduğum noktanın altını çiziyor: Eğer daha iyi bir Avrupa Birliği hayali kuruyorsak, o zaman insan hakları, dünya yurttaşlığı ve kozmopolit hak gibi değerlere sahip çıkmakla kalmamalı, onların gündelik yaşamın içinde yerleşmesi için çaba göstermeliyiz.

            Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens kitabını okuyanlar çok iyi bilir: “…sözcükler, yanlış anlama kaynağıdır.” Her ne kadar ‘…sözcükler, yanlış anlama kaynağı’ iseler de, sözcükler, diğer bir deyişle dil olmadan birbirimizle iletişim kurmak mümkün olamayacağı gibi, daha iyi bir dünya tahsis etmek için yine dile, sözcüklere ihtiyacımız var. Dili kullandığımız anda ise, Levinas’ın dediği şekilde ifade edecek olunursa, Öteki ile bir ilişki içerisinde oluyoruz. Yeniden hatırlayalım, Levinas’a göre dil bireyin kendisi ve Öteki ile en etik şekilde ilişki kurabileceği alanlardan birisidir. Etik ilişkinini kurulabilmesi eşitliği, eşitlik de diyalog kurabilmenin olmazsa olmazıdır. Böylece, kullandığımız dil ile etik bir ilişki kurma imkânı yakalarken, diğer yandan eşitliği, eşitlik sayesinde Öteki ile diyalog kurmayı da başarma şansına sahip oluyoruz. Bu açıdan bakıldığında, ki “…sözcükler, yanlış anlama kaynağıdır…” günümüzde sahip olduğumuz sorunların temelinde iletişimsizliğin yattığını görebiliriz. Eşitliğin sağlandığı an, dil ile insan hakları, dünya yurttaşlığı ve kozmopolit hak gibi değerlerin konuşup, tartışma zemini bulabilmekteyiz insanlar olarak. Farklılıklarımızın tanındığı ve “biz”im “öteki”lerden üstün olmadığımız bir yer adına Avrupa Birliği denilen kurumun teminat altına alması gereken değerlerin başında gelmektedir.  

            Uzun bir konuşma olmaması gerektiğinden, bir genel değerlendirme yapmakta fayda olduğu kanısındayım: Eğer Avrupa Birliği insan hakları, dünya yurttaşlığı ve kozmopolit hak gibi değerlere sahip çıkmakla kalmayıp, onları yaşayan bir bireyin hayatlarının gerçekten bir parçası haline getirebilirse, o zaman geleceği kelime manasıyla aydınlık olacaktır. Diğer bir deyişle, bu değerleri desteklediğimiz takdirde Avrupa Birliği bizlere çok daha iyi bir yaşam ve fırsatlar olarak dönecektir. Ancak, Avrupa Birliği bahsedilen bu değerleri yaymaya çalışmaz ve toplumlar arasındaki farklılıkları körükleyen bir düşünce akımına kendisini kaptırırsa, işte o zaman farklılığın korku saldığı Avrupa’da gelecek kuşaklar kendi uluslarını farklı ve olumsuz olarak hayal edecekler, netice olarak da dili yanlış anlamaların kaynağı olarak değerlendireceklerdir. Böylece, eşitsizliğin olduğu bir ortamda diyalog kurulamayacak, sonuç olarak da toplumlar birbirlerinden uzaklaşacaklardır. Ve her ne kadar birbirlerinden ‘farklı’ toplumlar bir şekilde iletişim kurmaya çalışacak olsalar dahi, bu bir diyalog olmaktan çok monolog olacaktır. Ayrılık korku ve nefreti besleyecektir. Bugün “onlar” mülteciler, göçmenler, sığınmacılar, Müslümanlar iken yarın başka bir dilsel, dinsel, etnik gruba ait olacaklardır. Belirtilen bu korku ve nefreti yenmenin yegâne yolu, bahsi geçen değerleri sahip çıkmak ve onları hayatlarımızın birer parçası haline getirmekten geçmektedir. Bu noktada eğitim son derece büyük bir önem arz etmektedir. Aksi takdirde, Avrupalılar olarak, sürekli beklenmeyen (baskı altında olan) Öteki acaba ne zaman gelecek diye düşünmeye devam edeceğiz. Burada unutulmaması gereken bir diğer nokta da, nasıl ki Avrupa Birliği homojen bir birlik değildir, Öteki’ler homojen değil, heterojendir. Diyalog kurmak, tam da bu sebeplerden dolayı büyük bir önem arz etmektedir. Enzo Bianchi’nin dediği gibi, “Diyalog sadece kimlik ve farklılıkların ifade edilmesi değil, aynı zamanda diğerleri ile değerlerin de paylaşımıdır, bu değerler salt öteki için bir şeyler yapmak amacıyla değil, birbirimizi anlamamız içindir.” İşte, Avrupa Birliği derken düşündüğüm tam da böyle bir birlik; evrensel değerlere sahip çıkan ve onların yeşerip, gelişmesine katkı sağlayan bir birlik. Aksi halde, Avrupa Birliği’nin l’avenir’i hiç de içinde yaşamayı arzu edeceğimiz bir yer olmayacaktır. Konuşmamı Eric Cheyfitz’den bir alıntıyla kapatmak istiyorum. The Poetics of Imperialism adlı kitabında Batı merkezli dünyanın kendisi dışındakileri nasıl hakir gördüğünü anlatırken Batı’nın diyalog kurmaktan çok kendi kendine konuştuğu eleştirisini getirir: “Kendi kendine, yine kendi kendisi hakkında konuşurken başkaları adına konuştuğuna dair o fevkalade büyük sömürgeci illüzyon bataklığına saplanır kalır” (1997, s. xx).**

            Gelecekte görmek istediğimiz Avrupa Birliği böyle bir yer mi? Elbette hayır. Yaşanılan bu zor zamanlarda Avrupa Birliği’nin geleceği insan hakları, dünya yurttaşlığı ve kozmopolit hak gibi değerlere sahip çıkmaya devam etmesi ile daha da aydınlık olacaktır.

 

 

Kaynakça

Giovanna Borradori (haz). Terör Günlerinde Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar. Çev. Emre Barca. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008.

Cheyfitz, E. (1997). The Poetics of Imperialism: Translation and Colonization from The Tempest to Tarzan. Philadelphia: University of Pennsylvania Press.

Bianchi, E. (2010). L’altro siamo noi. Torino: Einaudi.

 

*Bu yazı, 29 Mart 2019 tarihinde CVAR’da (Centre of Visual Arts and Research -  Görsel Sanatlar ve Araştırma Merkezi) yapmış olduğum konuşma metnine dayanmakta olup, bazı eklemeler/çıkarmalar yapılmıştır.

** Cheyfitz’in alıntısını Türkçeye çeviren: İbrahim Beyazoğlu. Alıntının olduğu yazı için, bkz: https://www.yeniduzen.com/naziler-postkolonyal-soylem-21-yuzyilin-amerikan-yeni-muhafazakarlari-ve-kacinilmaz-y-84666h.htm.

Bu haber toplam 2468 defa okunmuştur
Gaile 465. Sayısı

Gaile 465. Sayısı