Avrupa Federalizmini Yeniden Düşünmek
Avrupa Birliği’nin geleceği, gelecekte nasıl bir yapılanmaya gidileceği her zaman çok konuşulan bir konu olmuştur. Nitekim Komisyonun önerisi ve Avrupa Parlamentosu’nun onayıyla “AB’nin Geleceği” başlığı altında tam iki yıl süren bir konferans düzenlendi. Fakat covid salgının yarattığı toplumsal ve ekonomik tahribat ve Rusya’nın Ukrayna’ya karşı saldırısıyla oluşan jeo-politik ortam, AB’nin geleceğine dair tartışmaları daha da yoğunlaştırmıştır.
Avrupa Parlamentosu’nda “Spinelli” grubuna üye olan parlamenterler -ben de bu grupta yer alıyorum- çıkış yoluna federalleşmede görüyoruz. Fakat büyük çoğunluk ulus-devletlerin ulusal egemenliğini korumalarından yana.
Kuşkusuz bu iki yaklaşımı bağdaştırmak isteyenler de vardır. Bunlardan biri de ünlü Post-Marksist düşünür Thomas Piketty’dir. Piketty Le Monde gazetesine yazdığı bir yazıda Avrupa Birliği’nin geleceğinin federalizmde olduğunu ileri sürüyor ama aynı zamanda üye devletlerin milli egemenliklerini koruyacakları bir formül öneriyor. Örneğin Avrupa Parlamentosu’nun milli parlamentolardan oluşmasını öneriyor.
Bu görüşe katılmasam da, yazıyı önemsediğimden Türkçeleştirip köşeme alıyorum.
“Jeo-politik ve iklim krizi karşısında milli egemenlik kavramı yeniden ön plana çıktı. Her ülke kendi kaderini kendi eline almaya çalışıyor. Fakat bir yandan da Avrupa egemenliğinden, egemen federalizmden veya federal egemenlikten söz ediyoruz.
Bu kavramlar birbirleriyle çelişiyor mu?
Hayır. Yeter ki, bu kavramlardan neyi anladığımıza açıklık getirelim. Öncelikle federalizmi yeniden düşünmeliyiz. Federalizm ortak toplumsal, çevresel konularda ve kamu maliyesi için bir araç olmalıdır, devletlerin iktidarlarını sınırlandırmak için bir araç değil!
Biraz gerilere gidelim. Başlarda, Avrupa’nın birleşmesi, Hayek ve Freibourg Ekolünün muhafazakar federalizm anlayışından beslendi. Daha sonra, yani, sınırsız devlet iktidarı ve faşizmin, bolşevizmin ve nazizmin yol açtığı felaketlerden sonra, Avrupa’nın yapılandırılması milli egemenliği sınırandırma ve ekonomik işbirliği temelinde tasavvur edildi.
1950-1980 arasında Avrupa gerçekçi bir sanayi politikası, merkezi borçlanma ve sermaye akışını kontrol etme gibi politikalara dayandırıldı. Bu şekilde, Almanya, Fransa ve komşuları sosyal devlet modelini geliştirdiler ve eğitime, konuta, sağlığa ve toplumsal koruma ağlarına yatırım yapabildiler. Böylece, bütün herkese, ekonomk refah ve sermayenin kamulaşmasının, bireysel haklara saygının ve devletin yurttaşlar tarafından kontrol edilmesinin hem gerekli, hem de mümkün olduğunu gösterdiler.
1980-1990 arasında serbest ticaret ve sermayenin serbest dolaşımı hızlandı ve 1992 yılında Maastricht Anlaşması imzalandı. Bu gelişmede Fransız Sosyalistler önemli bir rol oynadılar. Alman Hristiyan Demokratların sermaye akışını serbest bırakma talebini ortak para birimi karşılığında kabul ettiler. Buradaki ana fikir, oy çoğunluğuyla karar alacak Avrupa Merkez Bankası (AMB) sayesinde yeni ortak egemenlik alanlarının açılacağıydı.
Amaç bütünüyle değil ama sadece belli oranda gerçekleştirildi: 2008 ve 2020 krizlerinde ABM harekete geçmeseydi, üye devletler kendi aralarında indirim rekabetine girişecek ve pazarlara teslim olacaklardı. Fakat sorun şudur ki, (günümüzde enflasyonun gösterdiği gibi) her şey ortak para birimi ve mali politikalarla yönlendirilemediği gibi, piyasalar da tanrılaştırılmıştır. Üstelik, Çin ve global rekabetin durumu değiştirdiği ve sermayenin yer değiştirdiği bir dönemde...
Ortak yarara dayalı bir federasyon nasıl bir şey olabilir?
Avrupa’nın demokratikleşmesine dair Manifesto’da bazı yanıtlar bulabiliriz. Örneğin orada, Avupa Millet Meclisi’nden söz ediliyor. Bu Meclis, milli parlamentolardan oluşturulacak ve zengin şirketlerden, yüksek kazançlardan ve kömür kullanıcılarından alınacak vergilerle ortak geleceğe dönük bir yatırım bütçesi hazırlanacak.
Buradaki zorluk, AB’nin yapısını sarsmadan AB içinde bu ilkeleri benimsemiş sağlam bir oluşuma gidilmesidir. Bu, eğer 2019 yılında kurulan Fransız-Alman müşterek meclisine dayandırılabilirse, yapılabilir. Böyle bir birim, gelecekte Avrupa Birliği’nin 27 üyesini, hatta Prag’da buluşan 43 ülkeyi bünyesine alacak bir parlamenter birliğin embriyosunu oluşturabilir.