Avrupa Hınca Yenilmemeli
Türkiye’de 16 Nisanda yapılacak referandumun Avrupa’ya yansımaları zaten iyi olmayan Türk-AB ilişkilerini daha da gerdi. AKP yetkililerinin çeşitli Avrupa ülkelerinde yapmak istedikleri referandum propagandalarına tepki gösterilmesi Türk siyasetçiler ile birçok Avrupalı siyasetçinin arasını açtı. Avrupalı liderlerle Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında her gün polemikler yaşanıyor. Karşılıklı olarak yapılan suçlamaların dozu giderek artıyor. Bazıları, Türk-AB ilişkilerinin noktalanacağından bile söz ediyor. Açıkçası mantık, hınç ve öfkeye yenilmişe benziyor.
Gelişmelerin 16 Nisandan sonra nasıl bir seyir alacağını şimdilik bir kenara bırakalım. Bence, atmosferin bu denli zehirlenmiş olması yeterince büyük bir sorundur ve asıl bu “atmosfer zehirlenmesi” üzerinde durmak istiyorum.
Avrupa’da ırkçı söylemlerin yükseldiği, aşırı sağın güçlendiği bir gerçektir. Bunu sıradan sohbetlerde bile görmek mümkündür. Aşırı sağcı olmayanlar bile kaygı ile baktıkları “ötekilerden” söz ediyorlar. “Yabancıyı” tehdit olarak görüyorlar. Dikkatimi çeken şudur ki, günümüzde aşırı sağın dile getirdiği “yabancı düşmanlığı” eskiden bildiğimiz ırkçı söylemlerden bazı önemli farklılıklar gösteriyor. Örneğin, anti-demokratik görünmekten çekiniyorlar. Anti-simit olmadıkları gibi, İsrail’e yakınlık duyuyorlar. Bol bol insan haklarından söz ediyorlar. Cinsel ayırımcılığa karşı hassas davranıyorlar ve LGBT haklarını savunuyorlar. Aydınlanmanın evrensel aklıyla konuştuklarını düşünüyorlar. Fakat konu göçmenlere, mültecilere ve İslam’a gelince büyük bir öfke ve hınç patlaması görüyoruz. Avrupalı değerlerin “İslam’ın tehdidi” altında olduğunu söylüyorlar ve “medeniyetler kavgasından” bahsediyorlar. Fakat ne tuhaftır ki, bunları ileri sürenler AB projesine inanmıyorlar. “Önce Fransa”, “Önce Almanya” gibi ulus-devletçi ve milliyetçi sloganlar atıyorlar, hatta AB’den ayrılmaktan söz ediyorlar. Kısacası, “Batılı değerler” adına Avrupa’da İslam’ın varlığına karşı çıkanlar, çoğunlukla Avrupa Birliği’ne inanmayan çevrelerdir. Birliğin dağılması ve “homojen” ve “egemen” ulus-devletlere geri dönülmesini benimsiyorlar. Yani, hınçlarını sadece “öteki” olarak gördükleri İslam’a değil, AB’ye karşı da yöneltiyorlar. Bu yüzden AB içinde yaşanan siyasi gerilimler sadece çok-kültürlü demokrasinin güçlenmesi ve çoğulcu, dünyaya açık Avrupa toplumlarının nasıl kurulacağı, aşırı sağın yükselişinin nasıl engelleneceği değil, AB’nin geleceğinin ne olacağı eksenine kaymış bulunuyor. Özellikle Trump’ın “Önce Amerika” sloganı ile ABD’nin başına geçmesinden sonra devletleri AB’den ayrılmaya teşvik edici söylemlerine devam etmesi, AB içindeki huzursuzluğu daha da artırıyor. Geçtiğimiz günlerde Trump’a karşı öfkesini gizleme ihtiyacını duymayan Junker, Trump’ı AB ülkelerini AB’den kopmaya teşvik etmeye son vermesini istedi ve son derece manidar bir uyarıda bulundu: “AB’nin dağılması Batı-Balkanlarda savaş” demektir.
Bu doğru olmakla beraber, AB’nin dağılması sonucunda ortaya çıkabilecek gerilim ve çatışmalar sadece Batı-Balkanlarla sınırlı kalmayacaktır. Şimdiden ulus-devlet egoizmine kapılan AB üyesi devleri de tehdit edecektir.
Son yıllarda dayanışma duygusunu kaybeden, bir bütün olarak AB yerine ulus-devletlerine öncelik veren siyasi elitler AB barış projesine zarar verdikleri gibi, çok-kültürlü demokrasiyi geliştirmek için çaba sarf etmedikleri için de içlerinde aşırı sağın güçlenmesine neden oldular.
AB’nin tam da vizyon sahibi yeni elitlere ihtiyacı olduğu bir dönemde bazı iyimser haberlerin gelmeye başlaması yürekler su serpiyor. Örneğin Hollanda’da aşırı sağın beklenilen seçim başarısını göstermemesi, Fransa’da AB projesine inanan liberal-sosyal demokrat bir adayın giderek güçlenmesi, Alman sosyal demokratların başına yüzde yüzlük destekle Martin Schultz’un gelmesi umutları yeşertti. Avrupa Birliği’ne herkesten daha fazla inanan ve son yıllarda siyasi elitleri yerden yere vuran filozof Jürgen Habermas bile umutlanmışsa, iyi şeyler olmaya başladı demektir. Dileyelim, arkası gelsin...