“Avustralya’ya göç etmiş olan Kıbrıslılar’ın öyküleri...”
“Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’ın Hikayeleri” başlıklı sosyal medya sayfasının yöneticisi, çok değerli arkadaşımız, araştırmacı yazar ve grafik sanatçısı Konstantinos Emmanuelle, yeni kitabı için hazırlık yapıyor uzun zamandan beridir... Bu yeni kitabı, özellikle Kıbrıs’tan Avustralya’ya göç etmiş olan Kıbrıslılar’ın öykülerini içerecek...
Bu konuda şöyle yazıyor:
*** Pek çoğunuzun da bildiği gibi, son birkaç yıldan bu yana Kıbrıslılar’ın göçüne ilişkin gerçekten inanılmaz öyküleri kaydediyorum ve belgeliyorum. Bu öykülerin pek çoğu gelecek kitabımda yer alacak, şu anda bu kitabı dizayn etmekteyim ve önümüzdeki aylarda yayınlamayı umuyorum.
*** Bu göç öyküleri gerçekten de son derece alçakgönüllü öykülerdir. Bu ilk göçmenlerin dayanıklılığı ve karakterlerinin güçlü oluşuyla gözüpek kararlılıkları beni hayretler içerisinde bırakıyor. Ancak kör bir inanış ve çaresiz bir umudun rehberliğinde binlerce mil katederek okyanusları aştılar ve ceplerinde neredeyse tek bir peni bile olmaksızın dünyanın öteki ucuna gittiler.
*** Gelecek kitabım için röportaj yaptığım Kıbrıslılar’ın çoğu bana İkinci Dünya Savaşı ardından daha iyi bir hayat ve daha iyi bir gelecek için göç ettiklerini anlattılar. Pek çoğu iş bulmak ve Kıbrıs’taki ailelerine yardım etmek üzere mali bir güvence için adadan ayrıldı. Bana konuşan insanlardan birisi, “Elbette Avustralya’ya geldiğimiz için mutluyuz. Hayatımızda ilk kez karnımız doymuştu. Eğer Kıbrıs’ta hayat iyi olsaydı, tabii ki orada kalacaktık” diyordu.
*** Yıllar içerisinde röportaj yaptığım Kıbrıslı göçmenler bana Kıbrıs’a geri dönme niyetleri bulunmuş olduğunu aktardılar. Birkaç yıl kalıp çalışacaklardı ve sonra kendi yurtlarındaki sevdiklerine geri döneceklerdi. Adaya geri dönmemelerinin esas nedenlerinden biri ise 1950’li yılların ortalarında adada ortaya çıkan sivil huzursuzluklar ve karışıklılardı.
*** 1947 ile 1955 yılları arasında 7 bin Kıbrıslı, Avustralya’yı yeni evleri olarak seçtiler. Gemi ücreti olarak 120 liradan fazla para ödediler ve çoğu da bu parayı bulmak için borçlanmak zorunda kalmıştı. Oysa Maltalı göçmenler de “British subject” idi yani “Britanya yurttaşı” idiler ve onlar bu seyahat için yalnızca 10 lira ödemekteydiler. Bunun da ötesinde pek çok Maltalı göçmen geldikleri zaman zaten İngilizce konuşuyordu ve harcayabilecekleri daha fazla gelirleri vardı. Bu da ilginç bir kıyaslama, değil mi?
*** Babam Melburn’a 1950 yılında Orion gemisiyle geldi, düzenli bir istihdam ve belki daha iyi bir hayat umudunu takip ederek... Sık sık bana bu ilk yıllarından söz ederdi, genç bir bekar olarak Melburn’da nasıl yaşadığını, Port Melburn, Fitzroy, Richmond ve Collingwood gibi bölgelerde diğer genç Kıbrıslı bekarlarla nasıl ev paylaştıklarını anlatıyordu. Başka Kıbrıslılar’la birlikte yaşıyor, onlarla sosyalleşiyor ve onlarla birlikte çalışıyordu ve bu o kadar da sıradışı bir şey değildi. Pek çok göçmen de kendi etnik gruplarından ve kendi geldikleri yerden insanlarla kaynaşmayı tercih ediyordu. Herhalde ortak bir dil, ana nedeniydi bunun.
*** Kıbrıslı mirasımdan gerçekten gurur duyuyorum, özellikle bu kayda değer kuşağın inanılmaz yoldaşlıkları ve dostluklarına ilişkin öyküleri dinledikten sonra... Benim yaşadığım Melburn’da, 1950’li yıllarda ilk göçmenlerin “Station Pier”e (gemi iskelesine) giderek Kıbrıs’tan “yeni” gelenleri karşılamak çok yaygındı. Onların kalacak bir yeri olduğundan emin oluyorlar, hatta onlara iş bile buluyorlardı. Bu ne kadar inanılmaz bir şey!
*** Babam gibi Yeni Avustralyalılar, diğer Kıbrıslı göçmenlerle birlikte Yunan kafelerinde ve Akropoli ve Demokritus gibi kulüplerde toplanıyorlar, öykülerini paylaşıyor, alıştıkları yiyecekleri yiyorlar ve politika tartışıyorlardı... Artık yerleşip evlenmek zamanı gelince ise babam, kendi yurdundan bir kadın seçecekti. Avustralya’da o günlerde pek az Kıbrıslı kadın olduğu için çoğu erkek gemiyle kendilerine bir gelin gönderilmesini istiyordu. İşte sevgili annemin durumu ve kaderi de böyleydi. Bu postayla sipariş edilen gelinler (bu şekilde biliniyorlardı) çoğu zaman kendilerine tümüyle yabancı insanlarla evlenmeye zorlanıyorlardı çünkü bu evliliği düzenleyen anne-babaları oluyordu...
*** Annemle babamın ilk evi, Collingwood varoşlarında küçük ve eski bir işçi kulübesiydi. Annem sonraları bana bu evin çok küçük, tıkış tıkış ve nemli olduğunu ve çoğunlukla fareler ve gömeç sıçanlarıyla karşılaştığını anlatacaktı... Ben dünyaya gelince annemle babam bu kulübeyi satarak yeni bir tuğla ev satın almışlardı “Reservoir” (ya da yerlilerin sevecenlikle Resa dediği) bölgenin dış varoşlarında... Ben üç yaşına gelinceye kadar babam hem ön, hem de arka bahçeyi bir sebze cennetine dönüştürmüştü.
*** Babam ayrıca küçük bir meyva bahçesi de oluşturmuş ve meyva ağaçları ile çok etkileyici bir asma ağacı da yetiştirmişti. Bahçenin gerisinde bir de tavuk kümesi vardı. Eksik olan tek şey bir eşek ve keçiciklerdi. Hiç kuşkusuz yıl boyunca bu bahçenin taze ürünlerini tüketiyorduk ve neredeyse her gün taze yumurta yiyorduk.
*** Annem de evin içinde Kıbrıs için bir tür tapınak ve anma yeri oluşturmakla meşguldü. Her odada elişi danteller ve bebekler vardı, çok sayıda dini ikona ve Kıbrıs’a özgü hatıralar duvarlara asılmıştı. Mutfağımızda da dev bir Kıbrıs haritasının ve Makarios’un çerçeveli bir resminin asılı olduğunu hatırlıyorum.
*** Geldikten birkaç ay sonra pek çok Kıbrıslı göçmen fabrikalarda veya çiftliklerde ya da tarlalarda çalışıyordu. Pek çoğu kendi başarılı işlerini kurmaya girişti, kafeler açıyorlar, “milk bar”lar çalıştırıyorlar, “fish and chips” dükkanları çalıştırıyorlar ya da profesyonel berberler ve terziler olarak çalışıyorlardı...
*** Bazı göçmenler gece okuluna giderek İngilizce öğrenmeye çalışıyor, bazıları kendi kendilerine İngilizce öğreniyor ya da işyerinde şuradan buradan kelimecikler ve cümlecikler öğreniyorlardı. Pazar günleri birbirlerini evlerinde ciyaret ediyorlar ya da piknik için sepet hazırlayıp bir parka ya da kırsal bölgelere gidiyorlar veya Avustralya’nın harika plajlarını ziyaret ediyorlardı. Evet, o günlerde tüm dükkanlar Pazar günleri kapalıydı. Bir kez bu gibi yerlere gidince erkekler hemen “suvla” yani “kebap” yapmaya girişiyor veya birlikte oturup tavla oynuyor, VB adlı yerli biraları deviriyorlar, kadınlar ise bir Kıbrıs ziyafeti hazırlıyordı.
*** Babam hayatının çoğunu Avustralya’da bir fabrikada işçi olarak çalışarak geçirdi. Evini ödeyebilecek ve ailesini geçindirebilecek oranda para kazanabildi. Avustralya’ya ilkokul eğitimi bile almadan, İngilizce bilmeden ve cebinde yalnızca iki lirayla geldiğini düşünürsek, durumu tamamdı. Başka göçmenler daha iyi bir durumdaydı. Aslında 1950’li yıllarda mal satın alma öngörüsü olanlar, onbeş-yirmi yıl sonra bu malları, satın aldıkları değerin yüz kat üzerinde satabileceklerdi...
*** Savaş dönemi sonrası bu göçmenler için bu geçiş kolay bir şey değildi... 1950’li yıllarda çok işsizlik vardı. Pek çok yeni gelenler için sözde şanslı ülke, o kadar da şanslı değildi. Bir iş bulmakta zorlanıyorlardı. Ve bir de sürekli ve incelikli biçimde yapılan ırkçılık vardı. Yerli halkın bir kısmı göçmenleri “yabancılar” ya da isteymeyen insanlar olarak görüyor ve öyle davranıyorlardı. Hatta Avustralya’da doğmuş olmamıza karşın benim kuşağıma bile “wogs” deniyor. (“Ortadoğulular”).
*** 1972 yılında sıcak bir yaz gecesini hatırlıyorum, bir grup dazlak kafalı Avustralyalı erkek (“Sharpies” diye biliniyor bunlar), bir yandan ailemiz için ağıza alınmayacak lafları bağırırken, öbür yandan da ön taraftaki çitlerimizi parçalamışlardı. “Hade be wog p...çleri, evinize dönünüz” diye bağırmaktaydılar... Babam hiçbir şey yapamıyor, ön kapının içinden yarattıkları yıkımı seyrediyordu sadece... Çok şükür bu tür olaylar izole, az ve ender görülen şeylerdi.
*** Babam her zaman dikkat çekmeme politikası yürütmüş ve sorunlardan uzak kalmaya çalışmıştı. Yerli Avustralyalılar’la her zaman hoş ilişkileri vardı ve onlarla birlikte olduğu zaman, onların kültürü ile yaşam biçimlerine uyum sağlamaya çalışmıştı. Ancak evde bir Kıbrıslı idi (hepimiz de öyleydik) ve bundan çok büyük gurur duymaktaydı.
*** Annemle babam her zaman bana ve kardeşçiklerime geleneklerimizi ve göreneklerimizi sevmemizi, bunlara saygı göstermemizi öğretmişti. Bana kızdığı tek zaman, komşumuz Hibbert’leri ziyaretlerimde olurdu. Bağırır çağırır ve şikayet ederdi, çoğu zaman beni onların önünde utandırırdı, sırf onlar Avustralyalı’dır diye yapardı bunu... Şimdi geriye dönüp baktığımda, herhalde beni onlar gibi düşünmeye çelmelerinden veya belki de dinimi ve kültürel kimliğimi kaybedeceğimden korkuyordu veya komşumuz olan genç, sarışın bir kız olan Carol Hibbert’le birlikte kaçacağımızdan korkuyordu. Bayan Hibbert her zaman bana çok iyi davranıyordu. Beni her zaman bisküvi ağırlıyor ya da bir tabak domadez çorbası veya soslu et turtası veriyordu bana. Sonra da eve dönüp mücendra ya da tava yiyordum. Çifte hayat sürüyordum!
*** Babam araba sürmediği için ailemiz her yere kamuya ait taşıma araçlarıyla gidiyordu, özellikle de her Pazar kiliseye... En iyi giysilerimiz içerisinde otobüs durağında otobüs beklerken ne kadar da tuhaf görünmüş olmalıydık. Gerçeği söylemek gerekirse, annem ve babamla birlikte dışarı çıkmaktan bazan utanıyordum, özellikle halk içinde bana Rumca konuştukları zaman... Ben yerli ahaliyle karışmak istiyordum, onlardan ayrı durmak değil...
*** Sonraları ilk gençlik çağlarımda giydiğim giysiler, annem ve babam için, özellikle annem için çok büyük üzüntü kaynağı olacaktı. Annem ileri geri sallanıyor, kendi alnına avuçlarını vurarak Avustralya’da gençliğin ne kadar yozlaşmış olduğu hakkında söyleniyordu. Benim giyinip kuşanıp dışarı çıkacağımı görünce, “Kiriye leyzon! Kiriye leyzon!” (“Kyrie Eleison” yani “Allah korusun!”) diyor ve haç çıkarıyordu!
*** Azıcık ırkçılıkla karşı karşıya kalmış olsam dahi Avustralya’da büyürken harika bir çocukluk geçirdim. Pek çok bakımdan ailemin yaptığı fedakarlıkları hafife alıyordum, oysa onlar bu fedakarlıkları benim ve kızkardeşlerimin daha iyi bir hayat sürmemiz için yapmışlardı – ya da en azından kendilerinin Kıbrıs’ta katlandıkları hayattan daha iyi bir hayat vermek istiyorlardı bize. Babam bana her zaman Kıbrıs’ta bir zamanlar hayatın çok sert ve zalim olduğunu, kendi köyünde pek çok insanın fakirlikten ötürü çok acı çektiğini anlatırdı. Çok şükür Avustralya kendine ve ailesine yeni özgürlükler ve olanaklar tanımıştı ve bizim düzgün bir eğitim almamızdan ve daha refah bir hayat sürmemizden gurur duyuyordu.
*** Avustralya’daki Kıbrıslı “diaspora”, kendi kültürlerini korumakta başarılı oldular, aynı zamanda Avustralya hayat biçimine de adapte oldular. Bu büyük ulus için bu harika bir deneyimdi ve farklı kökenlerden ve inançlardan insanların herhangi bir kötülük ya da ayırımcılık olmaksızın bir arada yaşayabileceğini de kanıtlamış oldu bu deneyim. Günümüzde yerli Avustralyalılar yüzden fazla farklı yerden insanlarla özgürce karışıyor, önyargılar veya korku olmaksızın...
*** Annemle babama müteşekkirim ki beni hem Avustralya’yı, hem de Kıbrıs’ı eşit derecede sevmem için yetiştirdiler. Bunu bir düşünün! Bir gün V8 Holden Commodore’umu sürerek Avustralyalı arkadaşlarımla bir pub’ta buluşmaya gidiyordum, ertesi günü ise Andrew amcamın evinde en iyi Kıbrıs kebabını yiyordum, Violaris’i dinlerken... Sanırım her iki dünyanın da en iyi yanlarının tadını çıkarıyordum.
*** Göçmen anne-babama müteşekkirim ki iyi bir eğitim aldım ve bu da benim düşünü kurduğum kariyerimde ilerlememe yol açtı. Okul avulsunda evde yapılmış hellimli sandöviçimle oturan sessiz küçük oğlan çocuğundan başarılı ve kendine güvenen bir grafik dizayner’e dönüşmüştüm, Chapel Sokağı’ndaki Prahran’da havalı gençlerle kapuçinomu yudumluyordum... Fena bir geçiş değil bu...
*** Annemle babamın desteği ve sevgisiyledir ki kariyerimde ilerleyebildim. Bir başka deyişle, yapmak istediğim herşeyi yapabildim çünkü onlar beni kaldırıp ilerlememi sağladılar...
*** Annemle babama müteşekkirim ki iki dil konuşuyorum. Bu armağan benim “Kıbrıs’ın Hikayeleri” projem için Kıbrıslılar’la iletişim kurup onlarla röportaj yapmamı mümkün kıldı. Annemle babama müteşekkirim ki başkalarına özen göstermenin değerini öğrettiler bana ve ben de kendim duyarlı ve özen gösteren bir aile babasına dönüşüyorum... Çok şükür onlara ki dünyaya iyimserlikle bakıyorum ve kültürel mirasımdan ötürü çok büyük bir saygı edindim. Evet, göçmen anne-babama dünyalar kadar müteşekkirim çünkü daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir gelecek elde etmem için yolu onlar açtılar... Teşekkürler anne ve baba... Sizler her zaman benim kahramanlarımsınız ve öyle kalacaksınız...
Avustralya'da Kıbrıslı göçmenler...
(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını derleyip özetle Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).