Aya’da iki “kayıp” şahıstan geride kalanlar bulundu...
Kayıplar Komitesi’nden yılın bu son günlerinde sevindirici haberler gelmeye devam ediyor... Lefkonuk’ta bir dere yatağında dört “kayıp” şahıstan geride kalanlara ulaşılırken, Ayakebir’de de (Dilekkaya) iki “kayıp” şahıstan geride kalanlar bulundu.
Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Kazılar Koordinatörü Arkeolog Gülseren Baranhan’dan edindiğimiz bilgilere göre, kazılarda son durum şöyle:
*** Lapta’da 1975 yılında kamışlık bir tarlada toprak yığınlarının içinde insan kemiklerinin görüldüğü bilgisi ile yürütülen kazı çalışmalarına Dillekkaya’da ziyaret sırasında kemik bulunması nedeniyle ara verilmiştir.
*** Dilekkaya (Ayakebir): 1974 kaybı 1 veya 3 veya 4 kişinin dere yatağının yanında gömüldüğü bilgisi ile yapılan ziyaret sırasında yüzeyde insan kemiğine rastlanmış ve ivedilikle kazı çalışmalarına başlanmıştır. Kazılar esnasında iki “kayıp”tan geride kalanlara ulaşılmıştır.
*** Ötüken (Spatharikon): 1963 “kaybı” üç Kıbrıslıtürk'ün denize yakın ormanlık bir alanda gömülü olduğu bilgisi ile kazı çalışmalarına devam edilmektedir.
*** Zeytinlik (Templos): 1974 “kaybı” bir grup Kıbrıslırum'un harnıp ağaçlarının doğusunda gömülü olduğu bilgisi ile kazı çalışmalarına devam edilmektedir. Yağmurdan dolayı bu hafta kazı yapılamamıştır.
*** Geçitkale (Lefkoniko) 1974 “kaybı” bir Kıbrıslırum'un dere yatağında gömülü olduğu bilgisi ile kazı çalışmalarına devam edilmektedir. Dere yatağının tarlaya doğru olan cephesinde dağınık halde insan kalıntılarına ulaşılmaya devam edilmektedir. Dört “kayıp” şahıstan geride kalanlara ulaşılmıştır...
*** Kaymaklı (Omorfita) 1974 “kaybı” bir Kıbrıslırum’un, çukura/kuyuya atılmış olduğu bilgisi ile öncelikle kuyunun yerini bulmak için kazı çalışmalarına devam edilmektedir.
*** Gökhan (Voni) (askeri bölge): 1974 kaybı bir grup Kıbrıslırum'un Gökhan askeri kışlasının doğusunda gömülmüş olabileceği bilgisi ile kazı çalışmalarına başlanmıştır.
*** Aşağı Lakadamya: 1963 “kaybı” bazı Kıbrıslıtürkler’in bir zeytin ağacının altında gömülü olabileceği bilgisi ile yürütülen kazı çalışmalarının dün tamamlanması beklenmekteydi.
Biz de kazı ekiplerindeki tüm arkeologlarımıza, şirocularımıza ve diğer çalışanlara “Çok kolay gelsin” diyoruz.
Aya'daki kazılardan görünüm...
“Bella Eskenazi: Tutkulu bir köy enstitüsü hocası, Orhan Veli'nin şiirlerinin gizemi, ilham veren bir yaşam öyküsü…”
Reyan Tuvi
Gözleri artık pek görmüyor. Oysa tanıklığı, zamanında ne çok şey gördüğünün kanıtı. Bella Eskenazi, bugün 98 yaşında. Bazen kendisinin de derinliklerinde kaybolduğu anıları yer yer bulanık, bazılarıysa kristal berraklığında. Her ne kadar hayat hikayesine gösterilen ilgiyi anlamakta zorlansa da, Türkiyeli bir Yahudi olarak, Bella’nın kişisel tarihini ilginç kılan, bir değil birkaç şey var; ve bunlar Türkiye’nin yakın tarihine, edebiyatına ve yaşadıkları çağa iz bırakmış isimlerine de ışık tutuyor.
Köy Enstitüsünde öğretmenlik yapmak için verdiği mücadeleden şiirin geleneksel kalıplarına meydan okuyan Orhan Veli Kanık’a ilham olmasına, dönemin entelektüel camiasıyla tanışmasına vesile olan gazeteci eniştesi Erol Güney’in sürgün edilmesine şahitliğinden Türkiye’nin kaçırdığı fırsatları aklımıza düşüren anekdotlarına, hikayesi kayıtsız kalınamayacak denli özgün detaylar içeriyor.
Bella, hafızasının parçalarını toparlamaya çalışırken, kısa da olsa, hayatının en görkemli dönemi olarak gördüğü, 1940’larda açılan Köy Enstitüleri öne çıkıyor.
“İlkokul öğretmeni olmak istiyordum, başka bir şey de istemiyordum. 22 yaşlarındaydım… Eniştemle ablam Ankara’ya taşınmıştı. Sabahattin Eyüboğlu, Melih Cevdet ve Orhan Veli, hepsini yemeğe davet etmişlerdi. Hatta bir de Rum bir mühendis vardı, onu da çok severdik. Sabahattin’in kız kardeşi Mualla Eyüboğlu da geldi. Sabahattin, Köy Enstitülerine aşıktı. Mualla’ya, ‘hemen Bella’yı Hasanoğlan’a götür’ dedi. Ankara’ya 35 km mesafedeydi. Pazar günüydü, geç gitmişiz, çocuklar akşam 10’da yatar. Mualla, köylü dostu Sıdıka ablaya haber verdi, kocaman bir şöminesi vardı, bize harika yemekler pişirdi, kaymak verdi. Bir iki gün Mualla’nın evinde kaldık. Haftabaşı Hasanoğlan’ı gezdik, enstitüye bayıldım! Orada hoca olmayı aklıma koydum. İstanbul’a dönünce, Sabahattin’le görüştüm ve ‘orada mutlaka hoca olmak istiyorum, para da istemiyorum. Üç lisan öğreteceğim!’ dedim. Çok memnun oldu. ‘Mualla’yla gidin Hakkı Bey’e derdinizi anlatın’ dedi. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’la görüşmeye gittik. ‘Üç lisanda eğitim verebilirim, para da istemiyorum’ dedim. Ertesi gün Hakkı Bey, Sabahattin’e, ‘ben bu kızı tek başıma kabul edemem. Genç, kadın ve ismi yabancı. Yarın öbür gün bir ukala çıkar da, bir Ayşe- Fatma bulamadınız da, Bella mı buldunuz, diye söylenir.’ demiş. Vazgeçmedim, ısrar ettim. Hakkı Bey de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü geldiğinde onunla konuşmuş. ‘Bir lisan problemimiz var, yabancı dil öğretemiyoruz’ demiş Hakkı Bey, ‘köylere yabancı dil bilen birini bulsak da öğrencilerin eğitimine yardımcı olsa’. O da, ‘koskoca Türkiye’de bir İngilizce hocası bulamadınız mı?’ diye sormuş. ‘Bulduk ama maalesef ismi Bella!’ demiş Hakkı Bey. İsmet Paşa da, ‘isminden size ne, ha Bella ha Ayşe ne fark eder! Alın hiç durmayın!’ demiş.”
Lise diploması olmayan Bella, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsüne kütüphaneci olarak alınır. Maaş bordrosuna ise “elektrik ve makine teknisyeni” yazılır.
“İngilizce, Fransızca, Almanca, jimnastik ve bazen de coğrafya dersleri verirdim. Bir süre Mualla Eyüboğlu’yla oturdum. Sonra öğretmenler için evler yapıldı. Mualla, mimar olarak köy enstitülerini gezip inceler, o nedenle de pek gelmezdi, genelde yalnız kalırdım. Okulda herkes sırayla nöbet tutardı. Arkadaşları uyandırmamak için eve pencereden girerdim. Divanımda tahta kurusu vardı, o nedenle somyamı taşın üzerine koymuştum. Bir gün, gün doğarken nöbetten döndüm. Bir de ne göreyim; divanın üzerinde kocaman bir beyaz ayı. Avrupa’da duymuştum; beyaz ayının ırkı kayboluyor diye. Bir tane Barselona’da varmış, ama bir tane de Hasanoğlan’da divanımda vardı! Öyle korktum ki, lambamı nereye koyayım, kitaplarımı nereye bırakayım, şaşkınlık içindeydim! Uyanırsa ne yapacağım! Enstitüye geri döndüm, ne yaptılarsa ayıyı çıkardılar. Para kazanmak için Ankara’ya götürürlerdi, ama o gün öldürdüklerini duydum. Kolay değildi ama seviyordum. O zamanlar Hasanoğlan’da istasyon vardı ama tren durmazdı. Bir sonraki istasyonda inip saatlerce okula yürürdüm.”
Köy Enstitüleri Bella’nın ezberini bozar…
“Çok güzel bir atmosfer vardı. Amerika’dan İran’a birçok ünlü isim Hasanoğlan’ı görmeye geldi. Memleket meselelerini düşünenler Hasanoğlan’ı çok ziyaret ettiler. Bir gün de İsmet Paşa’yla karşılaştım. O dönem Tercüme Bürosu vardı. İki öğrencim Bernard Shaw’un ‘’Pygmalion’’unu İngilizce’den Türkçe’ye tercüme etmişler, ben de editörlüğünü yapmıştım. Çok beğenildi; hem kütüphanelere dağıtılmıştı hem de İngiltere’deki bir çeviri yarışmasına girmişti. Shakespeare’in ‘’Bir Yaz Gecesi Rüyası’’nı sahneye koyduk. Sahne düzenlemesini, oyundaki dansları birlikte tasarladık. Ders olmadığı zaman, kütüphaneye giderdim. Yardıma ihtiyacı olan öğrenciler de gelir İngilizce ile ilgili sorular sorarlardı. Çocukların bazıları benden büyüktü. Sanırım Musa’ydı; evli ve iki çocukluydu. Kızlara ne öğretmek icab ediyorsa o öğretilirdi. Ama umumi kültür vardı. Erkekler, kızlar aynı binada okurdu. Beraber her yere giderlerdi. Kadın erkek eşitliği orada çok mühim bir hadiseydi. Hasanoğlan’da erkek kız farkını hiç hissetmedim. Her şeyi talebeler yapar hocalar da yardım ederdi. Tarlaya birlikte gider, maydanoz ekerdik. Yemekler hep enstitüde yenirdi. Hiçbir zaman bir hoca bir talebeden iş isteyemezdi. Sobamız vardı ama mesela bir talebeden onu yakması istenmezdi. Öğrencilerimden hiç saygısızlık görmedim. Ama bir gün Selahattin isminde, Hasanoğlan’a sonradan gelen bir öğrenciyi dinlemiyor diye sınıftan çıkardım. Mualla, ‘bir daha asla yapma, burada böyle bir usul yok’ demişti. Oysa benim okuduğum okulllarda hep böyle yapılırdı. Sonra Selahattin benden af diledi. Herkesin asker gibi üniforması vardı. O kumaştan bulamayınca, üniformamı Ankara’dan aldığım basmayla kızlar dikmişti.”
Bella, yaklaşık iki yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsünde ders verir. 1946’da başlayıp 1954’te Köy Enstitülerinin kapanmasını da içeren politik iklimden Bella da nasibini alır. 29 Ağustos 1947 günü TBMM’de görüşülen konular arasında, Bella adında henüz liseyi bitirmemiş bir Yahudi kızın İngilizce dersi verip vermediği ve para alıp almadığı sorusu da vardır.
“Sonunda Hakkı Bey’in dediği oldu. Yeni müdür olarak Rauf İnan geldi, enstitüde değişiklikler yapıldı. Bir gün odasına gittim; ‘Benim vazifem ne olacak?’ diye sordum. O da, ‘ben sizi tanımıyorum. Sizi de neden buraya getirdiler, onu da bilmiyorum. Ne istiyorsanız onu yapın!’ dedi. Ben de orta sınıfa girdim; sınıfları üçe ayırdım. Bir sıra Almanca, bir sıra Fransızca, bir sıra da İngilizce öğrenmek isteyenlerdi. Önce Almanca’yı öğretirdim, sonra Fransızca’yı, sonra da İngilizce’yi. Öyle dağılmıştık ki… Yazla birlikte okullar kapandı. Ankara’ya döndüm, oradan da İstanbul’a. Köy Enstitüleri hikayem öylece sona erdi.”
‘’Köy Enstitüleri kapatılmasaydı’’ diyor Bella, hüzünlü bir ifadeyle… “Türkiye bambaşka bir Türkiye olurdu. Mesela tarımdan vazgeçmezdik belki… İsmet Paşa’nın Köy Enstitülerini kapattığına inanmıyorum. Mecbur ettiler de kapatmıştır. Yoksa İsmet Paşa hiçbir zaman o sisteme karşı olmadı.
Hasanoğlan Köy Enstitüsünden sonra Bella İstanbul’a döner…Mücadele edemedim, gayrimüslimlere resmi dairelerde yer yoktu, bunu biliyordum. Zaten kadınların çalışması ayıptı. Sosyetede öyleydi, ama biz bütün aile çalıştık. Annem bazen evlere gizli gizli dikiş dikmeye giderdi. Çalışmak zorundaydım. Ama üç işe girdim, üçünden de kovuldum. Amerikalılar’ın telefon santralında çalıştım. Sonra tercüme bürosuna girdim, piyes tercüme ettim. Bir gün çağırdılar, ‘yarın gelmeyeceksin’ dediler. Sonra öğrendim ki, Erol Güney’in baldızı olduğum içinmiş. Eniştem solcuydu ve sürgündeydi. Ben de iki çocuğa özel ders vermeye başladım.”
Bella’nın yaşam çizgisinde Ankara kenti de zirve noktalardan biri olur. Ablası Dora, Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nde görevlidir. İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümü mezunu, eniştesi Erol Güney, Sabahattin Eyüboğlu’nun desteğiyle MEB Tercüme Bürosu’nda sekreter olmuştur. Birçok Rus klasiğini Türkçe’ye çevirir. Orhan Veli ile üniversite yıllarından arkadaştırlar zaten. Ayrıca ekipte Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Oktay Rifat, Necati Cumalı ve Cahit Sıtkı Tarancı gibi isimler vardır.
“Ablam ile eniştemin evindeki buluşmalar dolu dolu geçerdi, yemek yenir, sohbet edilir, entelektüel tartışmalar yapılırdı. Mesela snobizm tartışılırdı. Umumiyetle kitaplardan, tercümelerdeki hatalardan bahsederdik. Ankara’da güzel konserler vardı. Macar piyanist Rozsi Szabo, Bella Bartok’un talebesi olmuştu. Bizi davet ederdi. Piyano dinler, sonra da müziği tartışırdık. Ankara’da hayat böyleydi, başka da birşey yoktu. Kutlu Mutlu diye iki kahve vardı, o kadar.”
Bella’nın Orhan Veli ile tanışıklığı o günlere dayanıyor.
“Orhan ile birkaç yıldır tanışıyorduk ama ben haftasonları Hasanoğlan’dan Ankara’ya ablama gitmeye başladığımda, sık görüştüğümüzden daha yakınlaşmıştık. Ben neredeysem o da benim yanımda olur, ya şiir yazar ya da resim yapardı. Aklım eğitimimdeydi, liseyi bitirmek için birkaç dersim kalmıştı.”
Bella’ya en çok yöneltilen sorulardan biri olan ‘’aşk ve gurur’’ meselesi, çok da rahat ettiği bir konu değil.
“Hâlâ, Orhan Veli’nin bana aşık olduğunu öne sürüp, gurur duyup duymadığımı sorarlar. Orhan’ın bana ne hissettiğini hiçbir zaman merak etmedim! Yaş farkı da çok olduğu için, eğitimimi düşünüyordum. 36 yaşında öldü değil mi? O, 28- 30, ben de 16-17 yaşlarındaydım sanırım. Hiç bir zaman anlamadım… Bir gün, Istanbul’da ondan mektup aldım. Her cümlenin ilk kelimesi B ile başlıyordu. Eniştem de okudu, ‘size aşık olduğunu anlayamadınız mı?’ diye sordu ve ‘ay ne kadar aptalsınız!’ dedi.”
Serde gençlik varken, çok farkında olmadan yaşamış olsa da Bella’nın anıları, Orhan Veli’nin bazı şiirlerin ilhamını nereden aldığı konusunu aydınlatıyor.
“Ankara’daydık, Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde. Briç oynuyorlardı. Ablamla eniştemden önce varmıştım. Orhan da oradaydı. Genelde çalışmak için başka bir odaya geçerdim, Orhan da genelde benimle kalır, sessizce bir köşede çalışırdı. O gün sedirin üzerine uzanmış, çalışıyordum. Bir ara defterimi istedi ve bir şeyler karalamaya başladı. ‘Al bakalım düşes!’ dedi, beni ‘düşes’ diye çağırırdı. ‘Düşes bu iş böyle gitmez!’’ derdi. Baktım, ‘’Sere serpe’’ şiiri! O an şiiri benim için yazdığı hiç aklıma gelmedi, sonradan öğrendim. Bir gün de, Orhan konuşmuyor, bana bakıyordu, belki de başka yerlere bakıyordu, hatırlamıyorum o kadarını, ama ne yazıyor ne de çiziyordu. ‘Orhan’ dedim; ‘ne oldu, olmayan gemileriniz mi battı!’… ‘Hiçbir şeyim yok’ dedi. ‘Ama bir şey var, hadi anlatın!’ diye ısrar edince de, ‘Evet var, biliyorum anlatamıyorum‘ diye yanıtladı. Sessiz sessiz bir şeyler yazdı, meğerse ‘Anlatamıyorum’ şiirini yazıyormuş…”
Genç yaşta ölen şair Bella’nın aklında nasıl kalmıştı acaba…
“Sessizdi, ölçülüydü, fazla kıyafeti yoktu ama şık bir adamdı. İçtiğini hepimiz bilirdik ama hiçbir zaman sarhoş olduğunu ya da bir taşkınlığını görmedim. Hayatımda tanıdığım en terbiyeli insanlardandı. Biz o zaman Hazzopulo Apartmanı’nda otururduk. Sohbetlerimizi mutfakta yapardık. O kadar terbiyeliydi ki, bizim evde fazla içki olmadığını bildiğinden Balık Pazarı’na gider, orada bir iki kadeh içer sonra gelirdi. Takdir edilecek birçok yönü vardı; güzel resim yapardı. Evimizde, bir sergiden 10 liraya aldığım, İngiliz bir ressamın ‘Metamorfoz’ adlı bir tablosu vardı, aynısını çizebildi. İnsanları şaşırtmayı severdi. Fransızcası iyiydi. Larousse’un herhangi bir sayfasını açtırır, ‘Sor bakalım’ der ve kelimelerin manalarını, koca sayfayı ezbere söylerdi. Ölmeden önce bizdeydi, o gün hiçbir yere gitmedi. Başının ağrıdığını söyledi. Sonra ben çıktım ama ablam, büyük ablam ve Mualla Eyüboğlu onu hastaneye götürdüler. Kendinde değildi artık, komaya girmişti.”
Bella, Sabahattin Ali ile de tanışır.
“Ankara’dan İstanbul’a gelmiştik. Sabahattin Ali, ablamla eniştemin arkadaşıydı. Onu Leyla Hanım diye bir kadının evinde gördüm. Poker oynuyorlardı. Büyük ablam eğitimci Halil Vedat Fıratlı’nın sekreteri olmuştu. Fransız Akademisi’nden bir iki tiyatro topluluğu gelmişti. Ablam, Onları Taksim Gazinosu’na davet etmişti. O zaman Sabahattin Ali de vardı. Masamıza gelip ‘hadi, bunları Sulukule’ye götürelim’ dedi. Sulukule’de bir evde oturduk, kadınlarla sohbet etti. Başka yerden getirttikleri hanımlar çok güzel dansettiler. Geç saatlere kadar onları seyrettik.”
Bu, Sabahattin Ali öldürülmeden önceki son görüşmeleri olur.
“Sabahattin Ali ile çok arkadaştık. Bana Almanca mektuplar yazardı, cevap vermezdim. Neler yaptığını, ‘’Hasan Boğuldu’’yu yazarken neler düşündüğünü, o hikayeye bu hikayeye ne dersin, diye fikrimi sormak için yazıyordu. O zamanlar kadın ile erkek arasında bir arkadaşlık vardı, şart değildi aşk… Biraz konuştuk; bana ‘kaçayım mı, kaçmayayım mı?’ diye sordu. 18-19 yaşındaydım, ne bileyim! Pek birşey söyleyemedim; ‘Bilmiyorum, ne kalın ne kaçın’ dedim. II. Dünya Harbi’nden sonraydı, Hazzopulo Han’daki evimizdeydik. Bir gün zil çaldı, bir adam geldi, ben gizli polis bilmem ne, anlamadım, kahve de verdim, ‘siz Sabahattin Ali’nin arkadaşısınız, sizi morga götürsem tanır mısınız?’ diye sordu. Nasıl öldürülmüş ki tanınmıyor, anlayamadım, yoksa adam mı bana uydurdu, çok korktum, ne yapacağımı şaşırdım. Zaten küçük ablam Seza yeni doğurmuş, zatülcenp geçiriyor, tedavi edemiyoruz çünkü sıtması vardı ve kinin lazımdı, parasızdık, bir de bu başıma gelince ne yapacağımı şaşırdım. Gençtim, birileri bir şey söylese, o mektuplar bir kanıt olacaktı. Yanımızda ocağı olan bir çamaşırhane vardı. Hemen kitaplarını, bütün mektuplarını toparladım, çamaşırhaneye gidip hepsini yaktım. Büyük bir hata yaptım! Çünkü Sabahattin Ali ile çok güzel bir arkadaşlığımız vardı.”
Bella, İstanbullu Bendavid ailesinin üç kızının en küçüğü. 1934’te soyadı kanunu ile aile Kent soyadını alıyor.
“Sanırım o yaşlarda antisemitizmin ne olduğunu bilmiyordum, ama Ankara’da hiç bir şey hissetmedim. Benim hep Müslüman arkadaşlarım oldu. Sonradan öğrendim ki, mesele antisemitizm değil Türkiye’de Müslüman olmamaktı, yani gayrimüslim olmaktı. Hatta babam ‘kızlarımı ya Alman’a vereceğim ya da Ruslar’a’ derdi. Bilmiyordu ki, en antisemit milletler bunlar. Bu endişe II. Dünya Harbi’nden sonra çıktı. Yahudiler sevildi diyemem tabii ki ama Hitler çıkardı bunu, hiçkimse Yahudileri sevmedi, nedense onu da anlamıyorum ya, çünkü gittikleri yerlerde hep iyi eleman yetiştirdiler. Her neyse… O zamanlar bilmiyordum, Hitler’den sonra öğrendim. Türkiye’de gayrimüslimler devlet dairelerinde çalışamaz, onun farkındaydım, almazlardı… Spiker olmak istiyordum, TRT Radyosu’na yazdım ama hiçbir zaman cevap gelmedi. Hatta Sabahattin Eyüboğlu da Orhan da, ‘ben spiker olacağım, üç lisanda söylerim’ deyince gülmüştü. Herhalde işe alınamayacağımı biliyorlardı. Sadece Yahudiler değil, Rum ya da Ermeni, fark etmiyordu. Gavurduk biz, yani anlamı Müslüman olmayan, dinsiz…”
(AVLAREMOZ – Reyan TUVİ - 28.1.2021)