AYASOFYA ve ROVANŞİZM
Türkiye toplumunun her alanda ilerlemesini ve özgürleşmesini öngören bir modernleşme ideolojisine sahip olan Mustafa Kemal, daha yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmadan artık çürümüş ve toplumsal ilerlemenin önünde engel olan hukuk sistemini, yönetim tarzını ve uluslararası toplumla ilişkilerini yeniden düzenlemeye koyuldu.
Daha sonra Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılıp müze haline getirilmesi, Yeni Türkiye’nin demokratikleşme, laikleşme ve kalkınma çabalarındaki hedef ve tercihleriyle ilişkiliydi.
Yeni Türkiye bir din devleti olamazdı!
Yeni Türkiye bir islamlaştırma siyaseti izlemeyecek ve kiliseleri camiye çeviren bir devlet olamazdı. Tam tersine dinsel inanışlara karşı högörü sahibi bir devlet olmalıydı.
Siyasal organların işleyişinde, bürokraside, eğitim ve hukukta, ekonomide ve dış politikada dinsel inanışlara ve dinsel kurumlara herhangi bir rolü verilmemeliydi.
İşte bu anlayışla, Ayasofya Yeni Türkiye’nin hoşgörü ve kültürlere saygı yöneliminin bir gereği olarak müze yapıldı.
Mustafa Kemal’in bu kararı Hristiyan dünyasına da anlamlı bir mesaj niteliğindeydi.
Mustafa Kemal Yeni Türkiye’yi, siyasal ve ekonomik anlamda gelişmiş Batılı devletler topluluğuna dahil etmek amacını güdüyordu.
Bu ideoloji sayesinde birey ve toplumun özgürleşmesini hedef alacak şekilde medeni kanun kabul edildi. Birey ve siyasal otorite arasındaki ilişkiyi, demokratik gelişmenin önünü açma öngörüsüyle, yeniden tanımlayarak saltanat lağvedildi. Yeni Türkiye’nin yönünü Batı’ya çevirerek toplumsal ilerlemenin önünü açmak için hilafet kaldırıldı. Laik düzen hedefiyle, din’in devlet ve toplum yaşamını belirleyen bir etken olmaktan çıkarılarak bireyin özgür iradesine devredilmesini sağlamak amacıyla sayısız adımlar atıldı.
Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp artık cami olarak kullanılacağının açıklanması zaten gergin olan Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir sarsıntıya neden olacaktır.
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde son zamanlarda ciddi gerilimler yaşanmaktadır.
Kıbrıs sorunu, Türkiye’de rejimin otoriterleşmesi, Türkiye’nin dış politika ve bölgesel güvenlikle ilgili tercihlerinin Batı’nın tercih ve yönelimleriyle ciddi karşıtlıklar içermesi ve Kürt sorunu nedeniyle, deyim yerindeyse, Batı, Türkiye’yi ‘kaybetme’ tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Bunu tersten de okumak mümkün. Türkiye de Batı’yı ‘kaybetme’ riskiyle karşı karşıyadır!
Bu ‘kayıp’, Türkiye’nin demokrasi, hoşgörü, özgürlüklere ve kültürlere saygı alanlarında ciddi derecede gerilere sürüklenmesini temsil ettiği için üzücüdür.
Şimdi, Ayasofya kararıyla, Türkiye – AB ilişkilerine hakim olan gerilim hem daha da derinleşerek devam edecek hem de buna sembolik bir boyut eklenmiş olacaktır.
Bu kararı alanlar ya da bu kararın savunucuları, Ayasofya’nın camileştirilmesini haklı göstermek için her farklı durumda geçerli olsun diye en azından üç temel gerekçeyi ileri sürüyorlar.
İlk gerekçe ‘egemenlik’ iddiasıyla ilişkilendirilmiştir. Milliyetçilik damarı sürekli kabarık olanların desteğini almak hedefleniyor.
Deniyor ki, ‘Türkiye egemen bir devlet olduğuna göre, kendi ulusal sınırları içindeki bir kiliseyi cami yapabilir, buna kimse karışamaz.’
Ayasofya eğer kültürel mirasın bir parçasıysa, o kültürel mirası kimse yok etmeye kalkışamaz. Onu camileştirerek aslında mirası sahiplenmekten vazgeçiliyor. Her devletin egemenliğinin içeride de dışarıda da bir sınırı vardır. Fatih Sultan Mehmet için böyle bir sınırlama yoktu, ama sizin için vardır!
Zaten UNESCO bu nedenle tepki gösteriyor. Dünya’da hiçbir önemli uluslararası aktör, Rusya hariç, bunu bir egemenlik konusu olarak görmüyor zaten. Rusya’nın niçin böyle davrandığını, aslında bu kararı alanlar da çok iyi bilmektedir!
Bir de unutmayalım….. Müzeleri cami yaparak ya da camileri yıkarak kimse egemenliğini güçlendirmiş olmuyor. Tam tersine egemenlik kaybına uğruyor. Yugoslavya iç savaşına bakalım… Cami yıkanlar şimdi ne kadar egemen?
Bir de demokrasi iddiası var! ‘Halkın ezici çoğunluğu Ayasofya’nın cami olmasını arzuluyor ve orada namaz kılmak istiyor’muş!
Halk belki bunu istemiş olabilir. Ama küçük bir sorun var! Halkın namaz kılacağı yeteri kadar cami yok mu İstanbul’da? Eğer yoksa, yeni bir cami inşaa etmeyi niçin düşünmüyorsunuz?
Eğer bu yaklaşımı başka örneklere de uygulamış olsak, bu iddianın geçersizliği hemen anlaşılacaktır. Güney’de Hristiyan Rumların ezici çoğunluğu Hala Sultan Tekkesi’nde ayin yapmak istese ve Tekke’ye bir çan kulesi ve diğer eklentilerin yapılmasını talep etmiş olsa ve güneydeki yönetim de ‘halk istiyor’ diye tekke’yi kilise’ye çevirse, Ayasofya kararına destek çıkanlar ne düşünecektir?
Yani camileştirmeyle demokrasi ilşkisi hiç tutmadı.
Radikal islamcıları kamçılamayı öngördüğü anlaşılan bir argüman ise Kılıç Hakkı denerek ileri sürülüyor. Bu argümanı ileri sürenler herhalde ‘ortaçağ hukuku’ demek istemedikleri için bu kavramı kullanıyorlar.
İşte argüman: ‘Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kan dökerek almıştır.’ ‘Ayasofya’yı cami yapan, aslında kan dökerek orayı fetheden Fatih’in iradesidir ve bu iradeye herkesin saygı duyması gerekir.’
Yani, ‘cami olmayacaksa savaşırız’ ya da ‘gücün yeterse gel müze yap’! deniyor.
Halbuki Mustafa Kemal en büyük savaşları kazandıktan sonra, Ayasofya’yı müzeye çevirerek Yeni Türkiye’yi ortaçağ bataklığından çıkarmıştı.
İleri sürülen bu gerekçelerden herhangi biri, çağdaş Dünya’nın kabul edebileceği cinsten değil.
Ayasofya’yı cami yapma kararı ne demokrasi ve egemenlik ilkesiyle ne de tarihsel iradeyle açıklanamaz.
Mustafa Kemal’in önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti 86 yıl önce Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarıp müze yaparak onun çok-dinli, çok kültürlü yapısını perçinlenmişti.
İşte onu tekrar cami yapanların ve bu kararı içtenlikle savunanların amacı, kararın içeriğinden de anlaşıldığı gibi, Mustafa Kemal’e karşı rövanş alma girişimidir.
Ama hedef sadece Mustafa Kemal olamaz…. Bu karar, bunun ötesinde, Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti olma çabasını baltalamaktadır.
Şimdi Mustafa Kemal’in kararını iptal edenler ne yazık ki Türkiye toplumunu dar ve çıkmaz bir sokağa sürüklemiş oldular.
Acaba bundan sonra sırada ne vardır?