1. YAZARLAR

  2. Çağıl Günalp

  3. Aydınlar ve iktidar üzerine…
Çağıl Günalp

Çağıl Günalp

Aydınlar ve iktidar üzerine…

A+A-

[email protected]

Tüketiyoruz... Her gün daha yeni, daha büyük, daha gösterişli, daha parlak olanı istiyoruz, bitmek bilmez bir arzu bu. Peki, tüketilen sadece para ile satın aldıklarımız mı? Öz saygımızı, erdemi, empatiyi de tüketmiyor muyuz?
Tüketim fetişizmi ile felç edilen etik değerler ile bir nevi bilinç kaybı yaşıyoruz bireysel ve toplumsal olarak... Derinliği olmayan, geçici düşüncelerin esiri oluyor motivasyonlarımız; yaratılan sığ gündem gözümüzü bağlıyor, geçici hafıza kayıpları yaşıyoruz, işitemiyoruz. Ve bize dayatılan bu düşünce şekli, duygularımızı, duygularımız da davranışımızı, tavrımızı şekillendiriyor. Tüketime, gösterişe, biçime endeksliyoruz yargılarımızı...

Evet, kapitalizm kendisini tüketim üzerinden var eden bir tahakküm biçimi... İnsanın, nesnelerin ve kişilerin nasıl göründüğü ile ilgilenmesini, özünün ne olduğunu göz ardı etmesini arzulayan bu tahakküm biçimi, özellikle liberal eğitim anlayışı ile gayet başarılı bir şekilde devamını sağlıyor. Bu zehri yeni nesillere de bulaştırıyor…
Su götürmez bir gerçektir ki; bugünün liberal eğitim anlayışı, mesleki yetkinliğe ahlaki yetkinlikten daha çok önem vermektedir. Bu anlayış, sosyal düzeni, iyilik, erdem ve adalete göre kurmayı kendine asla gaile edinmemektedir. Böyle bir eğitim anlayışına göre iyi insan adaletli insan, adaletli insan da erdemli insan değildir… Liberal eğitim anlayışı ile mesleki anlamda yetkin insanın, “başarılı” ve “iyi para kazanan” insan olarak algılanması sağlanıyor. Maalesef her başarılı insan da “iyi” olabiliyor, etik süzgeçten geçmeden…

Peki, kapitalizm ile yaratılan bu algı, Kıbrıs’ın kuzeyinde de geçerli midir? Mesleki anlamda yetkin, entellektüel birçok insanın toplumsal sorunlar karşısında gösterdiği duyarsızlık, tavırsızlık ile yukarıda bahsettiğim algı ne denli ilintilidir?

Gayet nettir ki; bugün aydın diye tanımlayabileceğimiz, mesleki anlamda yetkin, elit bir eğitimden geçmiş birçok insanın apolitik, renksiz olmasının, rengi olsa bile bunu saklamasının, cesur olamamasının altında yeteri kadar bu durumdan ötürü sorgulanmamaları, eleştirilmemeleri yatmaktadır... Evet, aydın insan yalnız olmaya meyilli insandır, toplumla arasına mesafe koymak ister... Lakin bu yalnızlık, o kişilerin toplumun bir parçası olduğu gerçeğinin önüne geç(e)mez. Başkasının tutsaklığı/özgürlüğü/ sömürüsü, aydın insanı da ilgilendirir, ilgilendirmelidir.

20. Yüzyıl’ın en önemli düşünürlerinden olan Jean Paul Sartre’ın Aydınlar Üzerine isimli kitabında ısrarla altını çizdiği bir durum vardır; aydın insan her ne kadar da küçük burjuva olsa da, kendi sınıfı tarafından asla kabul görmeyecektir. Buna ek olarak, aydın insan, içinde yaşadığı toplumu en iyi ve sağlıklı biçimde kavrayabilmek için o toplumu ezilenin bakış açısından ele almalıdır. Evet, aydın insanın, kapitalizm ile yaşanan emek sömürüsünü, işçi sınıfını ezen bürokrasi-sermaye ilişkisini ve bu ilişkinin özgürlüğü, eşitliği ve ahlaki değerleri felç eden boyutunu görebilmesi için sınıfsal bir okuma yapması şarttır, ahlaklı ve adil olmak bunu gerektirir...

Sistemin ayaklar altına aldığı, mental, emek ve duygusal anlamda sömürdüğü sınıflar içerisinden organik bir entellektüel/aydın çıkması çok da mümkün değildir.  Bugünün rejiminin dayattığı fırsat eşitsizliği buna izin ver(e)mez. Bu durum, aydın insanın ezilen sınıfın yanında olmasını daha da zaruri kılıyor.
Tepeden bakan, kendisini merkez-başkasını ayrıntı gören bir aydın rolü değil bahsettiğim. Ezilenin sesi olan, bana göre nesnel zekanın temsili olabilen, sömürülen sınıfın kendi potansiyelini fark etmesini sağlayan, bedel ödemeyi göze alan, teorik ve pratik anlamda yetkin, sokakta olabilen bir aydın modelinden bahsediyorum.

Tartışmasız, orta sınıfın bir üyesi olarak ezilen sınıfın dayanışması içerisinde yer alan aydın insanın bu tutumu, toplumun diğer katmanları için bir özeleştiri, empati kıvılcımı olabilir. Buna ek olarak, böylesine bir tavır, sınıfsal mücadelenin yeniden şekillenmesinde, tabandan gelecek sonuç odaklı, nitelikli, şaşırtıcı, radikal bir eylem refleksi yaratılması için mihenk taşı olabilecektir.

Yakın coğrafyamızda, bugün kendisini “neosultanlık” olarak gören bir anlayışın yok etmek istediği aydınlar, akademisyenler vardır. Her gün öldürülen, tutuklanan, işinden/ekmeğinden edilen, göçe zorlanan aydınlar, inandıkları kavga uğruna bedel ödemektedir. Peki, Kıbrıs’ın kuzeyindeki birçok aydın ne durumdadır? Kıbrıs’ın kuzeyinde kendisini aydın/entelektüel gören insan topluluğunun birçoğu “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mottosunu yaşam rehberi yapmıştır. Önyargıları, çelişkileri, cesaretsizlikleri için de kisve hazırdır: “herkese eşit mesafededirler”… Ya da akademisyen oldukları için sınandıkları yer sokak değildir, akademik payeleridir...  Ama bir yerde insanlar açlık sınırında yaşıyorlarsa, emek sömürüsü tavan yapmışsa, mülteciler ölüme geri gönderiliyorsa, ekolojik talan alıp başını gitmişse, ırkçılık yaşamın her alanındaysa ve aydın insanın buna karşı geliştirdiği bir tavrı yoksa, herkes gibi davranıyorlarsa; Michel Foucault’nun ünlü sözünden başka bir şey akla gelmez: “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” !

Bu yazı toplam 2343 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar