“Ayermola’da Ksenu Hanım’ı köye kontrole gelen bir Kıbrıslıtürk polis öldürmüştü…”
Ayermola’dan (Şirinevler) 1974’te “kayıp” edilen Polikseni (Ksenu) Neofitos Miltiadu’yla ilgili olarak bir okurumuz önceki gün bu sayfalarda çıkan yazımız üzerine bizi arayarak şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:
*** Ben o zamanlar çocuktum ama Ksenu Hanım’ı hatırlarım… Kötürüm idi… Hiç yürüyemezdi… 1974’te savaşta köyde kalmıştı – ailesinden olanlar gitmişti sanırım çünkü yalnız idi…
*** Köydeki Kıbrıslıtürkler 1974’te Şillura’ya gitmişler ve bir süre sonra köye dönmüşlerdi… Kıbrıslıtürkler köye döndükleri zaman Ksenu Hanım sağdı. Köydeki Türk askerleri ona her gün yemek ve su götürmüşler, ona bakmışlardı… Ksenu Hanım, köye geri dönen Kıbrıslıtürkler’e, “Sakın kaçmayın, beni yalnız bırakmayın, kimsem yoktur, siz varsınız” diyordu…
*** Ondan sonra bir Kıbrıslıtürk polis geldi köye ve köyde Kıbrıslırum arardı – köyde Kıbrıslırum olup olmadığını sorup sorgulardı… Kötürüm olan, yürüyemeyen Ksenu Hanım’ın köyde kaldığını duyunca gidip onu vurarak öldürmüştü. Ksenu Hanım’ın bu şekilde öldürülmesine, köydeki Kıbrıslıtürkler çok üzülmüşler ve ona neden böyle yaptığını sormuşlardı… Bu adamın adı hatırladığım kadarıyla ….. idi ve şimdi artık hayatta değildir…
*** Ondan sonra Ksenu Hanım’ı gübrenin içine gömmüşlerdi… Aradan aylar geçtikten sonra 1975 yılının Şubat ayında gübrenin o avludan kaldırılmasına karar verilmiş ve gübre kaldırılırken Ksenu Hanım’ın kemikleri ortaya çıkmıştı… Ben o zamanlar çocuktum ve beni uzaklaştırmışlardı, görmeyeyim diye…
*** Sonra köyden birisi Ksenu Hanım’ın gübre içinden ortaya çıkan kemiklerinin hastalık yayabileceğini söylemiş ve bu kemikleri yakmıştı. Bu adam belediyede çalışırdı hatırladığım kadarıyla Lefkoşa’da – o da öldü bildiğim kadarıyla…
*** Sonuçta gübre oradan kaldırılmış, Ksenu Hanım’ın kemikleri da yakılmıştı… Yakıldıktan sonra o kemikleri nereye koydukları hakkında herhangi bir bilgim yoktur.
*** Lütfiye Hanım ise bildiğim kadarıyla öldürülmemişti… Türk uçakları gelince çok korkmuş ve saklanmaya çalışmıştı… Kuyuya saklanmaya çalışmıştı… Bu kuyu kendi avlusundaki kuyuydu…
Bu okurumuza verdiği bu bilgiler için çok teşekkür ederiz…
Ksenu Hanım aslen Siskilip (şimdiki adıyla Akçiçek) köyünden imiş ve Ayermola’ya evlenmiş. 1918 doğumlu imiş…
“Ksenu Hanım’ı öldüren polis çavuşu, kadının kızına ait sterlinleri bulup almıştı… Theodora Kallis’i de magarına-bulli yerken öldürmüş…”
Bir Kıbrıslırum okurumuz ise Ksenu Hanım’ın bir polis çavuşu tarafından öldürülmesiyle ilgili şunları anlattı:
*** Ksenu Hanım’ı öldüren polis çavuşu, Ksenu Hanım’ın evini aramış ve 700-800 sterlin bularak bu parayı almıştı…
*** Polis çavuşu daha sonra çevresindekilere “Bu kadın zengin bir kadındı, sterlinleri vardı, onları da bulup aldım” diye övünmüştü…
*** Ksenu Hanım’ın bu parası aslında kızının İngiltere’den getirmiş olduğu sterlinlerdi…
*** Aynı polis çavuşunun gene köyden “kayıp” edilen Theodora Kallis’i magarına-bulli yerken yanağından vurduğu ve sonra da kahvehanede çevresindekilere bunu övünerek anlattığı da söylendi bana… Bu polis çavuşu, Theodora Kallis’i öldürmeye giderken yanında …. isimli bir şahıs daha vardı, o da ….. köyünden birisi idi…
*** YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAPILIYOR?
BİRİKİM DERGİSİ
“Yerel Soykıranlar Tarihi…” (2)
Arda Ekşigil
Ali Cenani Bey (1872-1934), otuz üç bin dönümlük bir çiftlik ve on yedi köye sahip, iyi eğitimli -karşı komşusu Prof. Alexander Bezciyan’dan hususi İngilizce dersleri de almış-, İttihat ve Terakki Antep şubesinin kurucusu ve 1909 Halep mebusudur. Kurt, onun payitahta ısrarla -evvela tehcire dahil edilmeyen- Antep Ermenilerin bir an önce sürülmesi gerektiğini haykıran şikayet mektuplarını, tehcir esnasında geride bıraktıkları malların üstüne oturuşunu, Mütareke devrinde hapsedilişini, İngiliz Yüksek Askeri Komisyonu’na attığı “ben katil değilim, Talat’la da hiç anlaşamazdım zaten” veya “Ankara’daki millicilere hiç katılmadım” minvalindeki feryat figan mektuplarını belgeler, Cumhuriyet’in kuruluşuyla beraber Antep milletvekilliğiyle taltif edilmesini ve ticaret bakanlığına kadar yükselmesini izler. Fırsatçı Cenani Bey bir yandan Ermeni düşmanlığını kışkırtıp servetlerine el koyarken, bir yandan birkaç zengin Ermeni’yi –muhtemelen para karşılığı– çiftlik arazisinde de saklamış, alengirli bir karakterdir.
Kitapta mercek altına alınan bir başka ilginç figür Ahmet Faik Bey’dir. 1905’te Harp okulundan sınıf arkadaşı Mustafa Kemal’le birlikte mezun olan Ahmet Faik, görevli olduğu Yanya’da İttihatçı olur, Meşrutiyet’le beraber Talat Paşa’nın himayesine girer. I. Dünya Savaşı boyunca çeşitli görevlerde bulunur ve 1915’te “düşük performanslı” ve tehcir hususunda isteksiz Mehmet Şükrü Bey’in yerine Antep mutasarrıfı olarak atanır. Tehcire açıkça cephe alan Halep Valisi Celal Bey de görevden uzaklaştırılınca gençlik ve gelişim yılları İttihatçı ideolojiyle yoğrulmuş, Talat Paşa’nın ocağında pişmiş Ahmet Faik’in eli rahatlar, Kuşçubaşı Eşref’in tabiriyle “dahili tümörlerin” peşine düşer ve en iştahlı bir “Ermeni avcısına” dönüşür. 1916’da görevini başarıyla ifa ettikten sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü’yle ödüllendirildiğinde 20 ila 25.000 Antep Ermeni’sinin en ağır koşullarda ve bir daha dön(e)memek üzere şehirlerinden sürülmelerini “sağlamıştır”.
Kitapta bahsi geçen iki sahne soykırım failleri veya “soykırıcılar”ın son derece karmaşık zihin dünyalarının işleyişine dair bir ipucu vermesi açısından oldukça ilginçtir. II. Abdülhamid’in sadrazamlığını yapmış Şakir Paşa’nın kızı Ayşe Hanım’la evli olan Ahmet Faik (Erner), Mütareke döneminde Malta’ya sürgün edilmiş, hayatının devamında siyasetten uzak durmuş ve ticarete atılmıştır. Bir dönem işleri kötüleşmiş, bundan haberdar olan Atatürk onu malulen emekli ederek destek olmuştur. Seneler sonra, sağlığının iyice kötüleştiği 1967 yılında kayınpederinin Büyükada’daki meşhur köşkünde istirahat halindeyken eşiyle –ki Cevat Şakir’in, yani namı diğer Halikarnas Balıkçısı’nın kızkardeşi olur– Ermeni tehciriyle ilgili bir münakaşaya girmiş, Ayşe Hanım’ın bir tenkidi üzerine bir anda canlanmış ve şu sözleri sarf etmiştir: “Bir daha doğsam, gene yapardım. Anladın mı Ayşe! Gene yapardım!” (s. 148-149).
Kitabın da kapanışını yapan bir başka sahnede, yine soykırımın üzerinden belli bir süre geçmiştir ve Ahmet Faik, bu kez kızı Nermidil Erner’in (Binark) çocukluk anılarında belirir:
“… ilkokuldayken, dört kuruşa bir saka kuşu almıştım. Kuşçu küçücük bir kafes içinde vermişti sakayı. Evde, kafesteki kuş babamı rahatsız ediyordu. Belki de kafeste olmanın ne demek olduğunu Malta’dan bildiği için, kuşa üzülüyordu. Kuş bir-iki hafta evde kaldı. Bir bayram günü, hediyelerimizi aldık, güzel vakit geçirdik, o sırada babam bana, ‘İstersen gel şu kuşu salalım,’ dedi. ‘Bir iyilik yap, serbest bırak, bırak gitsin.’ İkimiz birlikte balkon kapısını açtık, kafesi açılan kuş, uçup gitti” (s. 169).
Saka kuşunu kafesinden azat edip özgürlüğe kavuşturan “kız çocuk babası” Ahmet Faik’le Antep Ermenilerini gözünü kırpmadan Der Zor çöllerinde ölüme mahkûm eden otuz altı yaşındaki gaddar mutasarrıfın aynı bedende buluşması, soykırım faillerinin yalnızca kana susamış bir avuç sapkın olmadıklarına veya sıradan insanların belli koşullarda ve ülkülere kapılarak kolaylıkla kana susamış soykırım faillerine dönüşebildiğine delalet eder.
İlginçtir, Yaşar Kemal’in Yağmurcuk Kuşu’nda iki karakter arasında geçen bir sohbet Ahmet Faik ve eşi Ayşe Hanım arasında cereyan eden sert fakat acıklı münakaşayı hatırlatır. 1915 olayları sırasında Van’dan göç eden köylü İsmail Ağa, ölüm döşeğindeki annesinden şu sözleri işitir: “Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz… Zulüm tarlasında zulüm biter.”
İsmail Ağa bu nasihati dikkate alarak kendisine bir Ermeni konağı öneren Arif Bey’in teklifini “yuvası bozulan kuşun yuvasında öteki kuş da barınamaz” diyerek geri çevirir. Arif Bey sinirlenir: “‘Onlar kuş değil, Ermeni’, diye bağırdı, bir çelik tel gibi zangıdayarak Arif Bey, ayaklarını yere vurup tepinerek, ‘Sen ne söylüyorsun, be akılsız Kürt, deli Kürt, onlar kuş değil, kuş değil… Evleri de yuva değil, olamaz’” (Murat Belge, Edebiyatta Ermeniler, s. 82-83).
Kurt’un belirttiği gibi, eldeki kaynakların zayıflığı ve araştırmaların yetersizliği, “fail çalışmalarının” (perpetrator studies) henüz emekleme aşamasında olduğunu gösteriyor. Fakat ne olursa olsun hem tarih hem de edebiyat; ellerine bulaşmış kan lekelerini utançla saklamaya çalışan veya lekeyi namus addedip alnına sürerek gururla dolaşan binlerce Ahmet ve Arif beyin kol gezdiği bu topraklarda hikâyelerini anlata anlata bitiremez herhalde.
(BİRİKİM DERGİSİ – Arda EKŞİGİL – 15.10.2018)