AYLA MASALI
Senin avucundan içtiğim suyla Ayla, yıkadım onu. Tüylerinden süzülen kanından iğrenmeden, hatta tam tersine, onu çaresizliğiyle ‘daha da daha’ çok sevdim böylelikle.
Fatih Yalıner
[email protected]
Hangi düş, bir kargayı göğüs kafesindeki renklerle beslerdi? İnanır mısın, ben besledim Ayla… Gözlerimden yaş aka aka besledim. Kanadı kırılmıştı, bir çocuğun sapanından ateşlenen küçük bir çakıl taşıyla. Benim aklım çıkmıştı, daha küçücük olan bir çocuğun katil olduğunu düşünmüştüm. Bu hayal, benim ruhumu çürütmüştü. Çünkü bu kadar basit ve radikal bir durum olamazdı, bir çocuğun doğrudan can alması. Ama yetiştim işte. Senin avucundan içtiğim suyla Ayla, yıkadım onu. Tüylerinden süzülen kanından iğrenmeden, hatta tam tersine, onu çaresizliğiyle ‘daha da daha’ çok sevdim böylelikle. Sonra mutluluğu gagasına sıkıştırdım mı peki? Sıkıştırdım. Yoksa neden istediğini almışçasına kanat çırpıp evimin nergis yüklü bahçesinin üzerinden uçarken bana bir kez dönüp bakmadı? Halbuki zaman Kasım’dı. Belki de sayısını bilmediğim bir yaşa girecektim, belki beni okuldan atacaklardı böyle bir ayrılık döneminde? Belki adımın Mecnun’u andırmadığı için, beni sevgisiz bırakan ev sahibim, yalınlığımı meczupluğa döndürecekti. Ama o, bunları düşünmek tehdidine hiç düşmedi Ayla! Bir akıl, nasıl dönerse çocukluğun anılar sisteminde, ben de döne döne yaktım tüm yaşama bağlanan halatlarımı. Bir sen kaldın Ayla! Okyanus gözlerinin benim çöl gözlerime dokunduğunda zihnimin flaşının patladığı o anda, o fotoğrafta...
Beklediğim durakta kaptan; ‘Doktor Sabiha Ayla’yı çağırdı, ama birden Ayla olarak sen geldin. Çilsiz duru yüzünle Cemal Süreya’lar, İlhan Berk’ler, Attila İlhan’lar geldi. Monna rosa ve İnci dakikaları doğdu dolmuşun paslı metalinden. Bir ağaç olup da kuş sakladım senin için. Ve açıldığında gözlerine giden tünel; senin zarif ruhuna içimden kalkan notaları bir bir sakladım. Polisler, üzerimi aradı ama bir şey bulamadılar. Ama sen Ayla! Gözlerimin mağarasına girmeyi cesaret eden tek Promethe’sin. Gözlerimin karanlık mağarasına meşaleni yakıp da girdiğin zaman, ruhumun hayal çarkı, kaderi yendi. Islak paltonu kurutmak için yanıma geldin, paltonu göğsüme astın, ıslak saçlarını dizlerime yatırdın. Tüm sesler ve anlamsız görüntüler kaybolmuştu bende, hayatın üzerimdeki fazlalığı kalkmıştı. Fakat sonra ‘Tel Aviv Treni’ durdu Ayla, sen indin ve şiir öldü… Sana tuttuğum gümüş bir kuş saklı kaldı bende. Hiç uçmayan, hiç üşümeyen ama her zaman küçük göğsünün derinliklerinde büyük bir boşluğa uyanan…
Yıllarca çektiğim fotoğrafı düşündüm, gözlerimizden çıkan ruhlarımızın ellerini…
-âşık, Hişt, Kerem…
Doktor Necati’nin adımı üç kere tekrarlaması, beni ilk başta düş kuyumdan kurtaramadı. Sihir, etime kendini öyle bir yedirmişti ki, dünya kepenklerini kapatmış, benim için yok olmuştu. Çünkü sesler, artık benim yaşadığım evrene ait değildi, olmayacaktı. Tren düdüğü, atış poligonlarından çıkan ölüm operaları, insanların yırtılmış diyafram keselerinin boğukluğu, ayrılıkların hıçkırıkları, bomba ve çocukların deniz kenarındaki ölü cesedi… Yoktu artık. Ben sonsuz siyasetsiz kimliğimle iç evrenin Kumburgaz’ında, acı olduğu kadar zarif hissiyatlarla yaşamaktaydım, sivrisinek gibi Necati’nin odunsu parmakları kesmeden önce, akıp yıllarca gidecek olan traji-romantik filmimin metrajını.
" Hayallerin Bay Romeo, sana ait değil. Ayla mı? Peki Ayla ama neden, kim bu Ayla? Neden Tuğba ya da Feryâl değil? halbuki bu isimler olsaydı, mistik bir aşk karakteri olabilirdin, belki Mecnun olmasa bile Yusuf ismini sana layık görebilirlerdi. Bu uzay-düş çağında takdir edilecek bir yoksunluk gerçekten. Ağır bir arabeske yedirilmiş trajik platonik aşkınız, gerçek dünyaya bakılacak olursa bir gün bile yaşayamaz. Vücudunuzun salgıladığı hormonların incelenmesi gerekiyor. Hangi yüzyıldan kaldıklarını cidden merak ediyorum. Acaba hangi antik-çağın izlerini bulabilirim sizde? Gerçekten benim için tarihe geçtiniz Bayım, siz benim en gözde deneğim, yani en iyi müşterim, pardon! En iyi yoldaşım olacaksınız. Bundan emin olabilirsiniz… İlk baştaki soruma geri dönecek olursak, neden o isim? "
Çünkü tüm güller, ağır çağ yağmurları altında çürüdü, Pencereden atılan tüm mendiller kirli, gözler; bir yanardağ gibi kibirli, gemilerin tahtalarında güveler yaşamaya başladı, herkes her şeyde kaosu istiyor, kaosu seviyor ve kaosu yaşamın anlamı olarak düşünüyor, doktor. Halbuki sadelik, sonsuzluk ve en yüce kavramlar üzerine kimse düşünmüyor. Bu yüzden Elektronik kentlerde nötronların, protonların ve özellikle elektronların hakimiyetini ruhumda hissetmekten kaçıyordum. Ve tam o anda, hiç olmayacak bir anda çıktı karşıma. Dedim ki işte Ayla. Ayla’ya bir düş kırıntısı kadar uzağında olan ben, ütopik bir masalla Ayla’ya ulaştım. Çünkü artık narin ellerle evcil insanlar yetiştirilmiyor. -Ama Ayla farklı, Ayla bir çocuk gibi okul heyecanıyla erkenden bana uyanır. Onun ruhu var, gözlerinden durmadan taşan- Her geçen gün nezaket yüklü evler, imarsız bulunduğu için mühürleniyor. Ben de devletten gizli, yeraltı şubesi olarak kendimi kurdum. Hem de bozuk bir saat gibi kurdum. Pili bitmiş bir saat gibi… Hep aynı dakikayı, aynı saniye ve saliselere bölüyorum. Hem devir tasarruf devri. Ne Allah’ın ne de evrenin zamanından çalıyorum, ne umursuz insanlardan insancıl bir tepki ne de bir hassasiyet bekliyorum böylelikle. Ama Ayla başka, Ayla gerçek… Bakın şimdi kapı kırılıp masmavi deniz kokusu doluyor içeriye, duyuyor musunuz! Hatta kırlangıçlar ve suyun üzerinde akıp giden Lotüs… Bakın bir yanardağ pencerenin dışında! Nasıl da fark edemedik! Patlamaya benden daha hazır.
-Bayım siz gerçekten katıksız manyaksınız! Şu tabletten iki oksijen tüpü için ki kaçabilelim…
Hayır, kaçmak yok. Ben hayal kurarken de GERÇEKTEN kaçmadım. Bir tebessüm, bir bayram, çiçek polenlerinin bir rüzgarla üzerime yığılması, sokaktaki güvercinlerin herkesten uzak dururken bana adım adım yaklaşması, güzel kasiyere para üstünü verirken bana iyi günler dilemesi. Ama en önemlisi Ayla! Onun gözleri oksijen etkisi yarattı bende, merceklerini içime çekmeden dünyaya devam edemiyorum. Düşlerime onun eklemlerini bağlayıp hareket ettiriyorum, ne duymak istiyorsam onları konuşturuyorum. Bana itaat ediyor, beni umursuyor, hiç kimsenin yüzümde fark etmediği, bir noktadan küçük yara izimi fark ediyor. Sevdiğim şairlerin şiirlerini okuyor ve bana şiir yazabiliyor, düşünebiliyor musun? Beni gerçek anlamda dinliyor, sözümü hiç kesmeden… Günlerce sevmek üzerine ciddi bir şekilde devlet meselesi gibi konuşabiliyoruz…
- Yeter artık, Romeo… o kargaya nişan alıp da onu öldüren çocuk, sensin. Bundan kaçamazsın. Annen ve baban yanında hiç olmadı bundan kaçamazsın. Sen yurtta büyüdün bundan kaçamazsın. Simit sattın gençken, bundan kaçamazsın. Yanında insanlar öldü, bundan kaçamazsın. Sen, duygusal ve yalnız adamsın bundan kaçamazsın. Hayalperest ve sıkılgan, yaşamdan bıktığın için düştün bu kuyuya. Halatı da sende, hayali de yaşamı da. Ben ne konuşuyorsam boş, aslında yine sen yazıyorsun çünkü beni. Sana ne söylersem kendinden hiçbir şey kaybetmeyeceksin, kazanmayacaksın da.
BEN O ÇOCUK DEĞİLİM. O çocuk o gün öldü ve vahiy olarak indim, o cehenneme gönderildi.
O çocuk ‘salak’ olarak öldü, o; ‘salak’ olmasaydı, ben olacaktım. O öldü; ben âşık oldum, o öldü; ben Ayla’yı buldum. O öldü; ben Doktor Necati’yi yazdım. O ölmeseydi, ben ölecektim. Aşkı ve kavramları bilmeyecektim. O gözleri görmeyecektim, bana bir şey ifade etmeyecekti, şiir okumayacaktım. Ayla’yı sevmeyecektim. O kuş ölmeseydi, Ayla olmayacaktı. Ayla yaşadı ve o kuşu tekrar dünyaya getirdi. Sen bunu anlayamazsın zaten. Ayla da anlayamaz. Ancak Ayla’nın gözlerine bakınca yaşam güzelleşir, zehirler iksir olur, tüm dağlar âşık kervanlarıyla dolar, köprüler masal geçidi olur, ışıklar gölgelerimizi aydınlatır, Ayla, Ümit Yaşar’ın Ayten’ine döner. Ben de Ayla’ya yazılan bir dize olurum yaşamım boyunca.