Aynılık, Küçük Farklılık ve Narsisizm
Eski Yunan mitolojisine göre, Tanrıça Nemesis, güzel Narkisus’a kendine aşık olma cezası verir. Narkisus sonunda sudaki yansımasına aşık olur.
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, narsisizmi hastalıklı bir öz-sevgi olarak tanımlar ve “Küçük Farklılıklar Narsisizmi” tezini geliştirir.
Buna göre, kişi kendini diğer kişilerden ayırmak için, hastalıklı bir öz-sevgiyle kendi farklılığına aşırı vurgu yapar.
Freud, “Küçük Farklılıklar Narsisizmi” tezini Britanyalı antropolog Ernest Crawley’in çalışmalarından esinlenerek ortaya atmıştı. Crawley’ye göre bireyler, Kişisel Soyutlama Tabusuyla küçük farklılıklar yaratarak kendilerini diğer bireylerden ayırırlar.
Küçük farklılıklar sayesinde de özünde birbirlerine benzeyen insanlar arasında yabancılaşma, hatta düşmanlık oluşur.
Freud, bu tespiti ileriye taşıyarak insan ilişkilerinde rastladığımız düşmanlığı, birbirini sevmemeyi, dayanışmanın yokluğunu “Küçük Farklılıklar Narsisizmi” ile anlamaya çalışmanın ilginç olacağını ileri sürer. Daha sonra bu kavramı uluslara, etnik ve dinsel gruplara uygular.
Birbirleri ile yan yana yaşayan halkların birbirlerini çekemediklerini ileri sürer. Örneğin Güney Almanlar Kuzey Almanlara katlanamazlar, İngilizler İskoçlardan, İspanyollar da Portekizlilerden hiç hoşlanmazlar.
Freud, 1930 yılında kaleme aldığı ve Türkçeye “Uygarlığın Huzursuzluğu” olarak çevrilen çalışmasında “Küçük Farklılıklar Narsisizmi” kavramına yeniden döner. Bir grubun saldırganlığa hedef olması, grup içinde insanların sevgiyle birbirlerine bağlanmasını kolaylaştırdığını ileri sürer: “Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalan bir toplulukta çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür.”
Yani, büyük şair Kavafis’in Barbarları Beklerken adlı şiirinde gösterdiği gibi, politikacı takımı, barbarların geleceğini iddia ederek siteye kontrol altında tutmayı biliyor. Barbarların gelmeyeceği, böylesi yaratıkların olmadığı anlaşılınca, Kavafis şiirini ironiyle söylenmiş o müthiş sözlerle bitiriyor: “Barbarlar bir tür çözümdürler...”
“Küçük Farklılıklar Narsisizmi” ülkesi olan Kıbrıs’ta bu durumu her gün deneyimliyoruz. Birbirlerinden farklılaşmak için çaba sarf eden toplumlar, etnik çatışmalar yaşandığında, ya da dışarıdan tehdit algısı büyüdüğünde kendi içlerinde dayanışma ve bağlılık duyguları güçlenir. Fakat Ötekine karşı beslenen düşmanlık sayesinde sağlanan bu dayanışma ve beraberlik, aynı zamanda toplumların demokratik gelişimini sekteye uğratır. Çünkü Öteki karşısında farklılaşmak, içeride homojenliğe, hatta aynının despotluğuna sürükler...
“Küçük Farklılıklar Narsisizminin” bireysel psikoloji boyutuna dönecek olursak.
Birbirinden farklı olmayan ya da birbirine çok benzeyen bireylerin farklılıklarına aşırı vurgu yapma eğilimleri sonucunda ortaya sürtüşme, gerilim, garez ve düşmanlık gibi olgular çıkar. Bu toplumlarda küçük farklılıklardan büyük kavgaların çıkması daha kolaydır.
Özerk ve gerçekten birbirinden farklı bireylerin yaşadığı toplumlarda bu türden sürtüşmeler daha azdır.
Kıbrıs Türk toplumunun sosyolojik özelliklerini göz önünde bulundurduğumuzda, küçük bir toplum, hatta cemaat olduğunu dikkate aldığımızda, insanların özerk bireyler olarak farklılaşmalarının oldukça zor olduğunu söyleyebiliriz. Bunu kendi içinde başaranlar olsa bile –ki mutlaka vardır- başkaları tarafından kabul görmeleri zordur.
Başkaları tarafından kabul görmeyen, onanmayan bir Ben ise, hastalıklı bir öz-sevgi geliştirmeye adeta mahkum olur, çünkü farklılıklarını büyültmek ve haykırmak zorunda kalır.
Kısacası, bir yandan cemaat olmanın bir sonucu olarak herkes kendini herkesle “denk” sayarken, diğer yandan da tanınmayan farklılığını haykırmak zorunda kalıyor.
Sonuçta, hiç kimsenin hiç kimseyi onamadığı “çıkışsız” bir durum oluşuyor ve Jean Paul Sartre gibi söylersek “öteki cehennemimiz” oluyor.