Ayrılık Dansı
Ayrılık Dansı
Yılmaz AKGÜNLÜ
[email protected]
Yaşam ayrılıkla başlar. Doğumla aslında annemizin karnındaki güvenli sıcaklığa veda ederiz. Ve o andan sonra ayrılmak, kopmak yaşamımızın bir parçası olur. Ne kadar dirensek de ayrılığa, bu yolda geri dönüş yoktur. Okul çağına geldiğimizde çocukluğun mutlu ışıltısına veda ederiz. Sonra büyüdükçe devam eder ayrılıklar, vedalar. Okuduğumuz okullara, arkadaşlara, sevgililerimize, gençliğimizi geçirdiğimiz kentlere ya da zamanlara veda etmeye devam ederiz.
Ancak ayrılıklarla daha önce yaşadıklarımız, geçmişte olan biten onca şey bambaşka bir anlam kazanır. En azından ayrılıkla barışanlar için. Çünkü içten içe biliriz ki, yeni kapılardan geçmek, yeni ve bilinmemiş yollara düşmek için ayrılık şartdır. Ne kadar ağlayıp sızlasak da ayrılık olmasaydı yeniden doğmak da olmazdı.
Eğer ayrılmanın kötü bir şey olduğu bize öğretilmemiş olsaydı, kendimizi yaşamın bilinmezliğine atmak konusundaki çoşkumuz engellenmemiş olurdu. Birçok insanın kişiliği geçmişinin dar sokaklarında sıkışıp kalmaz ve büyümenin sonsuz hazzıyla gerçek bir varlık olma yolunda güçlü bir devinimle ilerlerdik.
Ixtlan Yolcuğu (Carlos Castena) adlı romanda alıntılanan şiirde bu duygu güçlü bir biçimde tasvir edilir:
... ve bırakıp gideceğim. Ama kalacak kuşlar, ötecekler:
bahçem de kalacak, yeşil ağaçlarıyla,
su kuyusuyla.
Sayısız ikindilerde gök olacak masmavi ve huzurlu,
ve çalacak çanlar çankulelerinde.
tıpkı bugün çaldıkları gibi.
Beni sevmiş olan insanlar göçüp gidecek,
tün kent çoşacak her yıl yeniden.
Ama ruhum ebediyen hasretle dolaşacak
çiçekli bahçemin hep o kuytu köşesinde
Şiiri duyumsadığımızda belki de yaşamımızın tümüyle yepyeni bir farkındalıkla dolduğu bir ruh halini yakalayabiliriz. Ayrılık bize evrenin verdiği en kutsal armağan, kavuşmanın ilacı, özgürlüğün tek gerçek bedeli. Bize kesinliğin ve geri döndürelemez olanın hatırlatıcısı. Yaşamımızı yok edici uyuşukluğundan kurtarıp bize en keskin gücü veren imkan.
Evet ayrılık bir imkandır; sayısız ikindilerde gök olacak masmavi ve huzurlu... Onu bırakabilecek kadar, cesurca kendini terk edebilecek olanlara sunulan bir imkân.
Aslında ayrılmak elbette ürkütücü... Bildik, tanıdık olanı terk etmek ve özgür bir biçimde yeni meydan okumalara göğüs germek her kişinin haddine değil. Belki de uygarlık ve toplum dediğimiz süreklilik yanılsamasının yaratılmasının nedeni de bu korkuyla baş etme ihtiyacımızdır.
Ayrılmayı öğrenen bir insan yaşam rüzgârlarına binip istediği gibi gezinmeyi öğrenmiş yüce bir varlık olmuştur. Bunu tam da bu dünyada, bu katı sınırlara rağmen, hatta onları kullanarak yapar. En güzel müzikler, en dokunaklı şiirler ayrılığı anlatanlar değil midir?
Ayrılıkların sona erdiği ve eve geri dönüldüğü an da gelecektir elbette. İnsan olmakla bile bir biçime sahibizdir. Bu biçim elbette mükemmellikten uzaktır, varolmanın doğası gereği düşmüş ve kirlenmiştir. Topluma uymak için gösterdiğimiz çaba, kendimizi var etmek için tutulup kaldığımız uğraşlar bizi bozguna uğratmıştır. Ve sonunda bu alışkanlıklardan, uğraşlardan özgürleşip mükemmel saflığa ulaşmamız gerekmektedir. Bunun yolu ayrılmak, terk etmektir. Bildiğimiz, sahip olduğumuz her şeyden önce zihinsel olarak ayrılabilmemiz gerek. Çünkü bildiğimizi sandığımız şeyler bildiklerimiz değil, onların zihnimizdeki yansımaları, izleridir. Bir kez bu izleri bırakabilsek, onları yeni bir ışıkta tekrar ve gerçekten oldukları gibi keşfedebileceğiz. Tanıdığımız insanlar, yaşadığımız yer, kendimizle ilgili düşüncelerimiz.
Bu içsel bir yolculuktur elbette. Kendi uzaklarımıza gidebilmek için kendimize yakın olan düşünce ve koşullanmaları terk etmemiz gerekmez mi? Dışsal yolculuklar da bazen bu içsel yolculuğa yardımcı olabilir. Neden yolculuğa çıkmak bizi bu kadar mutlu eder? Çünkü kısa bir süreliğine de olsa alışkanlıklarımızı, bizi boğan benliğimizi terk ederiz. Gezmeyi bilen bir insansanız, kendinizi bir yerde, bir orman ya da şehirde kaybetmeyi de bilirsiniz. Bunu yaşamın o büyük duygusunu yaşamak için yaparız. Sadece akan giden bir varlık olarak yaşamak için. İşte bu mükemmel durum için terk ederiz, şehrimizi, sevdiklerimizi. Gerçek gezginler, ruhunu arayanlar yapar bunu; içgüdülerine bırakarak kendilerini, "benliksiz" olanın mutluluğunu yaşarlar. Katı bir şekilde tuttukları o eski, "yaşamım" dedikleri şeyi bırakmışlardır. Hiçbir şeyin önemi kalmamıştır, sevmek, neşeyle yaşamak ve huzuru yakalamaktan başka.
Tembel tembel uyudum
kendi evimmiş gibi
bu havadar temiz evde
Matsuo Başo, Kuzeye Giden İnce Yol adlı kitabında bize bu duyguyu ne güzel aktarmış.Ya da bir de şuna bakın:
Gün ışıdı, balıkçıların
yanık yüzlerini gördüm
beyaz çiçekler arasında.
İnsanlık tarihi bile kutsal kitaplara göre Adem'le Havva'nın cennetten kovuluşuyla başlamamış mıdır? Neden böyle bir efsane yazılmıştır? Kimi yazarlara göre insanlara evrende yaşadıkları acıların kaynağının ilk insanın hatası olduğu vurgulanmak istenmektedir. Öyle ya da böyle cennetten kovulduğumuzu hissediyoruz? Erich Fromm, Adem Havva mitinde elmanın koparılmasının insanın bilgi ağacından, yani özbilinçlilik meyvesinden yemesini temsil ettiğine inanıyor. İnsan kendisinin bilincine varmasıyla cennetten kovulmuş ve yabancılaşmış yolculuğuna başlamıştır. O sürekli evini aramaktadır, belki de evinden uzaklaştığını düşünmesidir onun yanılgısı.
Belki de bu yüzden ayrılıklar bizi sarsar. Evimizden kovulduğumuz düşüncesini pekiştirirler. Peki gerçek evimiz neresidir? Her şey her an her yerde mükemmel bir şekilde olmakta. İster kabul edelim ister etmeyelim, bütün acısıyla ve mutluluğuyla yaşam Biziz. Ve yüzeysel mutluluk arayışlarımızdan vazgeçtiğimiz anda önümüzde belirecek bu mükemmellik. Bir Çin şiiri diyor ki:
Uzun süredir göremediğin şey öyle açık ki,
Aradığın ateşin
Kendi fenerinin ateşi olduğunu, pirincinin
Çoktan piştiğini bilmelisin.
Artık durup bakalım.