1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Aysel Erçakıca, örnek bir insandı... Hayatı boyunca barışı savundu...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Aysel Erçakıca, örnek bir insandı... Hayatı boyunca barışı savundu...

A+A-

Kıbrıs’ta barış, demokrasi, eşitlik, adalet ve yaşayabilir bir düzen için yıllarca mücadele etmiş, mitinglerde hep ön saflarda olmuş, her platformda görüşlerini dile getiren bir güzel insan göçüp gitti geçtiğimiz günlerde aramızdan...

Aysel ablamız, yıllarca emekçilerin, özellikle tarımsal alanda çalışan emekçilerin haklarını savunuyordu, her daim sesini barış için, eşitlik için, adalet için, hakça bir düzen için yükseltiyordu...

Bu yazdıklarımı hatırlayan bir kuşak vardır, şimdi sessiz sedasız köşesinde oturuyor olsa da pek çoğu... Ama onu hatırlayanlara düşen görev, genç kuşaklara Aysel Erçakıca’yı tanıtmak, onun anısını yaşatmak, bu topraklarda insanların nasıl mücadele etmiş olduklarını yansıtmaktır...

Aysel Erçakıca’yla tanışmamız, benim 1980’li yılların başlarında Aysel ablamızın sevgili oğlu Hasan Erçakıca’yla YENİDÜZEN’de çalışmaya başlamamla birlikte olmuştu – Aysel ablamız, köylerde çok aktifti... Sık sık okur mektupları kaleme alıp bize göndermekteydi... Barış ve demokrasi için mitinglerde mikrofonu eline alıp konuşuyordu, gerçekleri anlatıyordu... Gerçek bir aktivistti... Örnek bir insandı... 1980’li yılların YENİDÜZEN gazeteleri taranacak olursa, onun özellikle tarımsal üretimdeki sıkıntılara ilişkin görüş ve önerilerini içeren okur mektuplarıyla karşılaşabilir araştırmacılar...

Elbette yeryüzünde sınırlı zamanımız var, sonsuza kadar yaşamıyoruz... Dünyaya geliyoruz, yaşıyoruz ve göçüp gidiyoruz...

Aysel ablamız da göçüp gitti 22 Eylül 2021’de, geride evlatlarını, torunlarını, hatıralarını bırakarak...

Vefatını sosyal medyadan öğrendim ve onunla yirmi sene kadar önce, 2003 yılında yapmış olduğum bir video-röportaj aklıma geldi, bu röportajı bulup çıkardım... Aysel ablamızın anısına bu röportajı okurlarımızla paylaşmak istiyorum bugün... Bu röportajı yapmak üzere sevgili oğlum Burak Erkut’la Akova’ya (İpsoz-Yipsu) gitmiştik... Aysel ablamız, çok zeki bir kadındı... O gün bize fırında badadez kebabı yaptıydı, tavukla... Bahçesini dolaştıydık...

Aysel ablam bana, Türkiye’den Kıbrıs’a yerleşmiş olan Türkiyeliler’in duyguları ve yaşadıklarına ilişkin yazı dizimde de çok yardım etmişti. Akova köyüne yerleştirilmiş olan Türkiye kökenlilerle röportajlar yapmamı sağlamış, onların bana konuşmalarını teşvik etmişti... Bu yazı dizim de “Yüzünü görüp sesini duyamadıklarımız” başlığı altında, 2001 yılında yani tam 20 sene önce YENİDÜZEN’de yayımlanmıştı... Sadece Akova’dan değil, Karpaz’dan ve Kıbrıs’ın başka yerlerinden de çeşitli röportajlar yapmıştım. Kıbrıslı politikacıların Türkiye kökenli bu insanları henüz “keşfetmediği” dönemde yapılmıştı bu röportajlar ve Aysel ablamız da bana çok yardım etmişti...

Aysel ablamız, her zaman, her yerdeydi – hayat dolu, dinamik, çok enerjik ve çok zeki bir kadındı... Müthiş bir örgütçüydü... Herşeyi organize etmeyi çok severdi, doğal bir organizatördü...

Dört evlatçığı vardı: Hasan, Durmuş, Bülent ve Ayşen... Ve elbette toruncukları... İnsanları çok severdi Aysel ablamız, ağız dolusu gülerdi ve sımsıcak sarılırdı insana...

Aysel Erçakıca’nın anısı önünde saygıyla eğiliyorum, o bizlere çok şey öğretti: Gerçek birer insan olmayı öğretti... Yapmacık olmamayı, her koşulda  haksızlığa karşı sesimizi yükseltmeyi öğretti... Bu topraklarda barış ve demokrasi mücadelesinde hiç korkmadan, dimdik durmayı öğretti...

Ailesinin acısını paylaşıyorum ve “Işıklar içinde ol sevgili Aysel abla” diyorum... “O güzel gülüşünü, o güzel yüzünü, o güzel kalbini, o güzel mücadeleni hep içimizde yaşatacağız...”

Aysel Erçakıca’yla yirmi yıl kadar önce, Kıbrıs’ın sözlü tarihi çerçevesinde IKME ve BİLBAN için yapmış olduğum röportaj şöyleydi:

 

SORU: Aysel Erçakıca, kaç doğumlusun? Hangi köydensin?

AYSEL ERÇAKICA: 1939 doğumluyum. Tatlısu, yani Mari, Rumcada Mari demektir.  56’da Tatlısu’dan Galohoriyo’ya (Vuda) geldim. 

1956’da ben geldiğim sene Türkler TMT, Rumlar EOKA kurdu.  Yani demek istediğim 56’dan bu yana hep Türk-Rum çelişkileri ile büyüdük.  Fakat biz şahsi olarak Rumlar’la hiç düşman olmadık. 

Tatlısu’da Rum yoktu ama Galohoryo’da Rum vardı.  Rumlar Türkçe bilirdi, biz çok Rumca bilmeyik.  Rumlar’la tarlalarımız yakındı, ovalara giderdik, ne onlara bir zarar gelirdi bizden, ne bize onlardan 56’larda.  Fakat onların EOKA kurulduğu için, için için TMT-EOKA çatışması başladıydı ama halka sezdirmezlerdi.  Böyle başkanlar...  56’da Havuda isminde bir Rum’un bizim kapının önünde balta ile kafasını kestiler.  Fakat bize o Rumlar yine düşman olmadıydı.

 

SORU:  Kimler öldürdüydü?

AYSEL ERÇAKICA: Onların tahmini Türkler öldürdü derlerdi ama kesin olarak biz görmedik.  Bir gece 12 miydi neydi, uyurduk, sezmedik.  Ondan sonra kalktık baktık bir Rum kalabalığı, ama yine de Rumlar’la Türkler diyaloglarını bozmadılar, o Rum öldü diye düşman olmadılar.  Yine ovalarda, tarlalarımız yakındı giderdik, Rumlar bize verirdi,  birşeyler alırdık dükkanlarından.  Hep kaçana kadar dükkanlarından alışveriş ettik.

 

SORU: 1963te?

AYSEL ERÇAKICA: 63’te Kaymaklı harbi cıktı.  Aynanna’dan (Ayia Anna, Galohoryo/Vuda ile Psevdas arasında kalan bir köy – S.U.) göçmen geldiler bizim köye.  Rumcuklar da vardı orda ve bizim köye göçmen geldiler.  Biz onlara kucak açtık, evimize hayvanlarını koyduk, kimisinin, evi çok olan verdi o insanlara.  O insanlar bizde yaşadılar, Rumlar da yaşadı, o insanlar da yaşadı.  Hiçbir kötülük görmedik Rumlar’dan.  74 geldi, biz evimizde 63’te mevzi yaptık, Mustafa dayın Dikelya’da çalışırdı, biz çok korkardık çünkü derdik ‘bu gider Dikelya’ya bak bizim evin önünde öldürdüler Rum’ ta gelsin eve biz çok ağlardık.  Bazı köylerde mesela Sinde’de kesellerdi otomobillerin önünü, aldılar insanları.  Yani çok ölümler oldu ama biz Vudalılar olarak hiç zarar görmedik.  Kimseyi öldürmediler, başka köyde öldürdüler tabii.  Yani bunlar inkar edilemez ama bizim köyde Rumlar’la diyaloğumuz iyiydi.  Gelillerdi bize, biz onlara giderdik, işte böyle geçindik. 

Geldi 1974.  63’ten 74’e kadar gene Rumlar’la birşey olmadı.  Ha bir ara gene Rumlar kaçtılardı köyden ama bizim Türkler o Rum köylerini yağmalamadılardı.  Tekrar onlar döndüler geldilerdi Rumlar köye.  74 olayları çıktı, tabii hepimiz korktuk.  Bu tarafta asker çıkınca, Türk askerler, da Rumlar yenik düştüler, olanca Yunan askerleri hep böyle tanklarıyla silahlarıyla, hep geldiler bizim köye.  Yani Galohoryo’ya yerleştiler çünkü Galohoryo artık Rumda kaldıydı, yerleştiler bizim köye.  Bunlar geldiklerinde Yunanlılar girdiler kahveye ve bizim köye yerleşti onlar yani.  Kaldırlar orada çadır kurdular oturdular.  Bazıları geçtiler gittiler çünkü kuzeyden kaçtılar.  Ve onlar dediler şimdi bizim o tarafta annelerimizi babalarımız hepsini dediler öldürdü Türk askeri, biz da şimdi bu Türkleri burada öldüreceyik.  Kahvede söylediler...  Bizim köyün muhtarı, Andoni’dir ismi, hala yaşar, ihtiyarladı ama oraya giden her Türk’e çok yarım eder yani.  “Hayır” dedi kendilerine, “Türkleri öldüreceğinize ilk bizi öldürün, biz bunlarla senelerdir bunun içinde kardeş gibi yaşadık, onun için” dedi “biz bu kardeşlerimizi ölü göremeyik.  Biz bunları çok severik, onlar da bizi seveller.” 

O Rum da, yani Andoni, bir gün traktörü devrilmiş ovada ve 2 tane Türk çoban onu kurtardı.  Yani traktörünü kaldırdılar, kurtardılar.  “Biz” dedi “hayatımızı bunlara borçluyuk, bunlar bize yardım eder, biz onlara ederik, onun için rica ederim hiç Türklere dokunmayın.  Türklere dokunacaksanız ilk bizi öldürün, ondan sonra da gidin onları öldürün.” 

Öyle söyleyince tabii Yunanlılar bizi incitmediler.  Biz korktuk tabii Yunanlılar geldi diye.  Bizim evimiz böyle yamaçta kenar, aldık biz, dedik sabahtan bu kadar silah bu kadar şey, akşamüstü olunca dedik bakan bunlar bizi öldürür.  Aldık yemek, ekmek, kaçtık gittik ovalara, çukurlara, hep birlikte yattık.  Yani düşün, bir evin nesi yok.  Hele bizim köyde hayvan da var, ineklerin var, kaçtık gittik biz ovalara.  Gene dedik sabahleyin ne silah sesi ne bişey hade dedik gidelim bakalım bir.  Hasan o sene liseyi bitirdiydi işte, o da bizimle geldi.  Dedik gidelim bakalım evimize, hayvanlarımıza, sağacayık hayvanlarımızı... Geldik bakarık herkesin evi tamam, hayvancıklarımız olduğu gibi, ağladık döndük.  Rumlardan biz bunu beklemezdik, yani bize bir zarar yapmasınlar kaçtık diye.  Herşeyimizi bulduk.  O Yunanlılar da oturdular köye bizimle artık ve bizimle iyi gittiler.  Sonra bizim anlaşıldı ki gaçacaklar Taksim olcak, o ilk ilk hayvanları olmayan, Dikelya’da işleyen, yeni evlicikler, evi olmayan kaçtılar.  Köyde kaldı, maldar insanlar kaldı köyde.  Mesela hayvanları olan insanlar.  Hayvanı napacan kaçıp da?  Bizim Mustafa dayın da, ben kendi hayatımı söylerim tabii, Dikelya’da işlerdi, bizim çocuklar da kaçtılar, geldiler bu tarafa.  2 tane büyük, Hasan abin işte Türkiye’ye gidecekti o sene kışta, Durmuş da kaçtı geldi okuluna, sonra da Bülent ile Ayşen’i yolladık.  Biz kaldık köyde ama Rumlar bize hiçbir şey etmedi.  Bir gece bir Rum, biz böyle otururduk evlerimizde, gelirdi komşular da otururduk kapının önünde yazıdı zaten... Geldi bir Rum dedi bize ne yatmazsınız daha, aha dedi Rumca harptır zaten, ne yatmazsınız dedi da kapayasınız kapınızı?  Biz onu ertesi gün şikayet ettik, dedik bu Rum bizi korkuttu, sonra Rumlar köye çağrı yaptılar, korkmayın dediler, o hastadır, akli dengesi tam değil, korkmayın zaralı değil o diye.  Ve onu köyden kaldırdı bizim köyün Rumları, niçin bizi korkuttu diye.  Ve bizim köyden kaçmamamız için Rumlar çok büyük mücadele verdi.  Kaçmayın derlerdi, tekrar geleceksiniz, diye.  Hatta köyün Rumları yardımcı oldu ve o kaçanların yakınları, Rumlar yardımcı oldu, mallarını sattılar.  Tabii daha düşük fiyata.  Sattılar, herşeylerini sattılar.  Ben mesela kaçtım, benim köyde vardı kardeşim, o sattı.  Yani böyle çevresi herkesin Rumlar’a sattılar. Ben sonra hani bizim çocuklar da kaçtı, artık köyün tadı kalmadı, ben yalnız kalırdım, kaçtık biz de kaçtık.  Biz o hayvanlarımızı sattık düşük fiyatına, buldular bize müşteri, gelirdi Rumlar dellerdi bize hayvanlarınızı satacaksınız, tabii satacayık derdik biz da.  Rumlar’la pazarlığa girerdik gizli gizli, Rumlar da gelirdi gece karanlığında mesela 100 liraysa 50 liraya alırdı hayvancıklarımızı giderdi.  Korkarlardı çünkü Rumlar bırakmazdı satalım, hem kaçmamak için bırakmazdı hem de derlerdi biz o tarafta bırakdık, kaçacak olan bırakacak malını.  Çünkü biz bıraktık da kaçtık, onlar satacak da kaçsın?  Yahut da kaçmasınlar, kaçarlarsa taksim olacak.  Ve onlar taksime karşıydılar Rumlar, istemezlerdi.  Yalvarırlardı bize kaçmaylım köyden diye.  Ama biz gizli gizli, çok yüklü paralarla dağlardan tepelerden kaçak yollardan kaçtık.  Bu tarafa geldik, kendi çabamızla onarttık evlerimizi, kendi çabamızla çocuklarımızı okuttuk, hiçbir yerden bir fayda görmedik.  Tabii o günleri de çocuklarımızın yaşamasını da istemeyik hiçbir zaman, Kıbrıs’ta da öyle birşey istemeyik olsun artık.  Bu güzel adacığımıza savaş yakışmaz, ne ağacımız kalır, ne evimiz kalır, ne evlatlarımız kalır.  İstemeyik tabii savaşı.  Barış barış barış derim ben da.  Çok sıkıntılar çektik.  Yani demek isterim benim hayatım, 56’da evlendim, aklım kestiği zaman, 16-17 yaşında evlendim, 64 yaşındayık, bu savaşlardan, bu düzensizliklerden, bu hatır gönüllerden hiç yüzümüz gülmedi.  Ve bu düzeni artık istemeyik yani.  Ne evlatlarımızı isterik böyle bir düzende yaşasın.  Zaten torunlarımız büyüdü, işte torunlarımız nikah oluyor, yani istemeyik böyle bir düzen tabii.  Yani şikayetimiz da Rum’dan değil başkanlar...  Rumun başkanıyla... Sivil halktan şikayetimiz yoktur bizim yani.  Ama Rumlar da kendi başkanlarından, bizler de kendi başkanlarımızdan, işte bizim bu güzel adacığımızı zehire çevirdiler.

111-012.jpg

 

SORU:  Gittiydin da evini gördün, ne hissettin?  Var mıydı hiç komşu falan, tanıdığın?

AYSEL ERÇAKICA: Yok tanıdık yok hiç.  Ama köy öyle bir köy oldu ki kendini Avrupa’da zanneden.  Sınırda da geldiğimde bir adam dedi gittin o tarafa da gezdin? E vallahi dedim ne vapura bindik, ne uçağa, ansızın bulunduk Avrupa’da.   Tanımadık köyümüzü yani.  Öyle çiçekler, öyle temizlikler.  Biz ordayken hayvanlar evlerdeydi.  Sokaklar pis idi.  Hep hayvanlar evlerde olduğu için sokaklar pisi idi.  Belediyemiz yoktu.  Ama Türk evleri, bizim evlerimiz bakımsız.  Bak ben bu Rum’un evine geldim oturdum, böyle değildi bu ev.  Bu ev hep kerpiç, yıkık dökük, bak biz günden güne yok bir yerini onarırık, yok banyosunu yok tuvaletini.  Yani girilecek bir ev yaptık.  Bu ahır bir ev idi, yani senelerce biz de koyduk koyunlarımızı da derdik bu evlerde yaşayamaycayık biz ama kendi çabamızla, hükümetlerden bir yardım görmeden, dişimizden tırnağımızdan artırarak Rum evlerini tamir ettik.  Çünkü bizim hükümette yoktur para göçmensin diye versin sana da yapasınıdı bir havlı ev.  Rum evini kurayla çektik, kimisinin evi olan gitti kümese, evi olmayan çıktı konağa, açıkgözler yaşadı, bizim bu düzen açıkgözler düzenidir.  Benim görüşüm tabii.  Ve biz bu evleri elimizden geldiğince onarttık.  Ama onlar Türk evlerine bir avuç çimento koymadılar.  Ve o mermerlerimiz çürüdü.  Biz içindeyken asmalarımız şeylerimiz...

 

SORU: Niçin sence bu?

AYSEL ERÇAKICA: Bence bunlar der ki Türkler evlerine gelsin, otursun, biz Türk evlerine oturmaya mecbur değilik ve bunlar evimize gidelim oturalım deller.  Senindir bu ev, ben bu Türk evini onartmaya niyetim yoktur, gelsin Türkler evlerine otursun derler.  Ben bu Türk evine oturacağıma bir ev yaparım, otururum rahat.  Hiçbir Türk evini onartmadı, bazı Türk evlerini yıktılar.  Yani bizim yıkmadılar.  Bizim önden 2 oda bir sündürme idi kestiler lamarinalarla, oturttular içine bir ihtiyarcık ve o tarafta sordum da, gücü olmayan ve evladı olmayan insanlara hükümet kadın tutar ve bakar ihtiyarlara.  Ben daima ihtiyarlar için mücadele veririm ama bizim bunda böyle bir olanağımız da yoktur.  Bizim evde bir Bulgar bakar ihtiyarcığa.  Gocagarıcıktır, bir tane koymuşlar öldü, o zaman şu Hasan’la gittiniz siz, başka gocagarıcık koydular.  Yani Türk evlerine ihtıyarları koydular ki ölecekler.  Yani gençler oturmaz Türk evlerinde.  Gençler güzel evler yaptılar.  Ve hatta dün geldilerdi bize bu evin sahipleri.  Galohoryo’da otururum dedi.  Nerde dedim, Galohoryo’nun köyünde dedi.  Yani düşün, o bizim evlerden aşağa kök kurdu köy... Görümcemin idi oraları, hep bademlikler, tepeler şeyler, köy oldu.  Okulları oldu, bizim okul yıkıldı, çöktü, onlar çok güzel modern okullar yaptılar, yani ayrı bir köy yaptılar Galohoryo’yu.  Ve içinde olan evleri hani yıktılar hep güzel güzel evler yaptılar.  Kaynatamın benim evini yıktılar ki eskiydi, yıktılar 2 katlı bir ev yaptılar.  Gittik onu da gördük, adam bize kul kurban, ben diyor böyle buldum, oturdum.  Onların ne suçu var?  Giderik bize hürmet ederler, arkadan samanlıklarımız varıdı, hayvanların yerleri.  Onu da bir kadıncık bulli beslermiş, dedi bana, onları da o kesti bulli besler.  Bir tane de süpermarket ettiler oracığa, bir tane süpermarket.  E bunlar hepsi bizim dedim...  Bizim da çok fazla tarla aldıydık oralarda, evimizin yanını aldık, arkaları aldık, belki de 5 dönüm vardı tarla olarak, bahçe ayrı, evler ayrı.  Biz onları satın aldık çünkü, satılacaydı, biz de onları yanımıza biri gelmesin diye aldıydık.  Ve zeytin ağacı doluydular, yani biz de ağaçlar ektiydik ama heralde bunlar ta gelsin yerleşsin o ağaçlar kuruduydular, bizim bunlar da zeytincik ektiler, babutsalarımız vardı bizim babutsalar durur, incirlerimiz vardı, o incirleri kestiler işte o süpermarketi kurdular.  Adam dedi ‘Sen da buldun İpsoz’da’ dedi.  ‘Sen bulmadın?’ dedi bana.  Dedim ‘Buraları hep bizimdir’, ‘Sen bulmadın İpsoz’da?’ dedi bana.  Yani sen kaçtın ben geldim demek istedi adam.

 

SORU: Bu röportajın internette kullanılmasına, Kıbrıs sorununu aydınlatmak için, kabul edermisiniz?

AYSEL ERÇAKICA: Tamam, kabul ederim ya.  Nasıl deyim, daha da barış, savaşsız, sömürüsüz bir dünya...

https://www.ikme.eu/cybihi/search/interview/020005.html?fbclid=IwAR3X0vLYxqZA1Hgi9NzIinR4qVxi-1VX47sukUWiHOh_zJNN2kH5P9e9Ke4

1112.jpg

Bu yazı toplam 2387 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar