BABAM!..
En büyük korkumdur. Gecenin bir yarısı, sabahın körü ya da olur olmaz bir saatte telefon çalacak ve çok sevdiğin can parçan birisine bir şey oldu diyecek telefonun ucundaki ses.
Sanki biz savaşı yaşayanlar daha çok korkarız gibi hissederim hep…
Öyle de oldu. Bir sabah telefon çaldı, o saatte hiç aramayacak kardeşimdi.
‘’Abla babam çok kötü, ambulansı aradım’’ dedi.
Sağlığın hızırları, melekleri geldiğinde babam kendinde değildi.
Babamı ambulansa aldıklarında telefona sarıldılar. ‘’Durumu kötü, Güzelyurt Sağlık Merkezi’nden geçip doktor desteği alacağız’’ dediler. 5 dakika sonra Güzelyurt Sağlık Merkezindeki doktor aradı. ‘’Abla toparladık, doktorumuzla birlikte Lefkoşa acile gönderdik.’’
Kızım ‘’dedem, dedem’’ dedi, okulu unuttu ellerime sarıldı.
Birkaç dakika içinde acildeydik. Acil ekibi donanımlı hazır kapıda bekliyordu. Birkaç dakika içinde ilk müdahale yapıldı ve tomografiye alındı.
Babacığım kötüydü. Şiddetli bir beyin kanaması geçiriyordu. Işık hızıyla ameliyathanedeydik. Beyin cerrahisi ekibi tam kadro oradaydı. Kafatası açıldı kan boşaltıldı kanama durduruldu. Yapılabileceğin en iyisi yapıldı.
Artık yoğun bakımdaydık. Ölümle yaşam arasındaki köprüde…
Ya sıcacık hayata tutunacaksın ya da köprünün öteki ayağındaki soğuk ölüme…
Günler saatler süren bekleme süreci başladı.
Kah ümitli, ‘’o güçlüdür tutunacak’’ dedik.
Kah moralimiz bozuldu, karanlıklara boğulduk.
***
1940’ların başında ikinci Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavurduğu günlerde doğdu babacığım. O günlerde fakirliğin dehlizlerindeki bu adada Trodos dağlarının eteğindeki o güzel köyde. Ayyanni’de. Dilinde hep kökleri Vretçça, komşu köylerdeki yaşanmışlıkları; İstavrogonnu, Aynikola, Baf ve bu adanın nice farklı köyleri yüzleri…
Savaşları ve göçü yaşadı.
Malın mülkün hiçleştiği, ailenin, dostların ve insanın değerli olduğunu gördü.
Eğitime çok önem verdi.
O hep hayallerinin peşinde gönlünce yaşadı.
En çok karısını ve çocuklarını sevdi. Bir de dostlarını.
Dostlarıyla hep yemeyi, içmeyi ve ne varsa paylaşmayı.
Gezmeyi, keşfetmeyi ve mutlaka gördüklerini anlatmayı…
Bostancı’da her nevi meyve ağacıyla donattığı; cennete çevirdiği evinde her günü bir şölene çevirdi.
Rum, Türk, Maronit ve bu adayı kendine mesken edinmiş her ırktan insanla hep sarmaş dolaş oldu. Sofrasını, muhabbeti aslında sevgiyi paylaştı.
***
Beyin kanamasından sonra yoğun bakım denen ‘’terminalde’’ 18 gün yaşama tutunmaya çalıştı. Belki de sevdikleriyle sessiz bir veda için direndi. Biz başucunda her gün ona dokunduk, kulağına sevgimizi fısıldadık. O da bize minik işaretlerle cevap verdi.
Ben kendi adıma yarım asırdır diyemediklerimi, boğazıma düğümlenenleri söyledim.
Şimdi biz babamsız, babam bizsiz. Ben onun kah Bafta, kah Karpazda; bazen Trodos’un tepesinde bazen de Başparmakların eteğinde son güne kadar hep gezdiği minik arabasıyla dolanıyorum.
Her mevsim, hatta bazen her hafta farklı bir ürün veren bahçesinden meyveler, sebzeler topluyorum.
Kardeşler, torunlar annemiz ve bir de çok sevdikleri onun çevresinde kenetlendik. Birbirimize babamızı anlatıyoruz.
Biliyorum o şimdi bir yerlerden bizi gözetliyor.