“Babasının Kızı” Peçeyi Kaldırırsa
“Babasının Kızı” Peçeyi Kaldırırsa
Leyla Falhan
[email protected]
Virginia Woolf “kendine ait bir oda” dedi. İran’ın çalkantılı dönemlerinde dünyaya gelen Furuğ Ferruhzad, bir kadın olarak dönemin politikalarından ve babasının kurallarından öteye gidebilmek için odadan ziyade bir pencereye bile razıydı - “bir pencere yeter bana tek bir pencere, bilince ve bakışa ve suskunluğa”. Frida Kahlo çoğunlukla kendi portrelerini çizdi, kendi gerçeğini en iyi bu şekilde yansıttığını savundu. Kısa kesilmiş saçlarıyla yapmış olduğu portresi, bunun en canlı örneklerinden biridir. Kısa saçlı resmini eşi Diego Rivera’dan boşanma aşamasındayken yapan Frida, portrenin üst kısmına sevdiği bir Meksika şarkısından aldığı şu sözleri ekledi: “Gördün mü bak, eğer seni sevmişsem, bu saçların içindi. Madem ki saçların yok, artık sana olan sevgim de yok”. Sol elinde kendi saçını kendi kesmiş olduğunu gösteren makası, üzerinde geleneksel kıyafetlerinin yerine giymiş olduğu erkek takım elbisesinin içinde yalın gözlerle bakar sevdiği adama, ülkesine, dünyaya. Eğer sevilmesinin sebebi kendisine atfedilen dişilik rollerinden kaynaklanıyorsa sıkı örülü saçlarından, çiçeklerinden, renkli Tehuana kostümlerinden de vazgeçmeye cesaret eder Frida- kısa saçları ve küpeleriyle kendini yeni baştan tanımlar. Kağıtta okunulduğu gibi kolay değildir kendi odanı, sesini, pencereni bulmak- Virginia, Furuğ, Frida ve daha sayamadığım birçok kadın “kendi”leri olabilmek için büyük mücadeleler verdiler, dışlandılar, yalnızlık çektiler, çekiyorlar.
Neredeyse 23 yaşına girmiş, ülkemiz şartlarına göre “gelinlik çağında bir kız” olarak annemle ilişkimi düşündüğümde, aklıma gelen ilk kelime herhalde “gelenek”tir. Onun disiplinli, sorumluluk sahibi ve sakin yapısı toplum kurallarını ve geleneği hatırlatır bana. Küçükken evimizin karşısındaki parktan dizlerim yara bere içinde geldiğimde, yaranın acısından çok annemin “sen nasıl bir gız çocuğusun”la başlayan dert yanması canımı acıtırdı. Hafta sonları köye gittiğimizde, cumartesi geceleri babamın arkadaşları gelirdi- sazlar, yeme içmeler, rakılar ve uçsuz bucaksız ovalarda geçen av maceraları. O zaman av ve iktidar arasındaki ilişkiyi sorgulayacak bilince sahip değildim; tek istediğim bu maceralara ortak olmaktı. Ben de ovaları gezmek, traktöre binmek, macera yaşamak istiyordum. Anlatacak hikâyelerim olsun istiyordum, hikâye anlatan adamları sessizce dinlemek, eşlerini eğlendirmek ve rakılarına buz koymak değil. Anneme göre bu bile fazlaydı zaten. Saat 11 olmadan “kız çocukları öyle her şeye yorum yapmaz, hade yatağa” der, hikâyelerin en doruk noktasında beni uykuya yollardı. Kız çocuğu olmaktan sıkılmıştım. Artık büyümek istiyordum. Anneme büyüdüğümü, kendi kurallarım olduğunu kanıtlamalıydım. İntikam planları hazırlamaya başladım, bu bir başkaldırıydı.
İlkokul yıllarında televizyonda en sık rastladığım reklamlar, ped reklamlarıydı. Annemi sürekli olarak bir odaya çeker, “ped ne işe yarar?” diye sorardım. Her seferinde aynı cevabı verirdi: “Bir gün büyüdüğünde anlatırım”. O kadar bekleyemedim ve sorumun cevabını sinsi bir plan kurarak komşumuzun kızından aldım. Günlerden 1 Nisan- yani şaka günü. Annem sulu muhallebiyi çok severdi, evde mutlaka koyu kırmızı renkte gül şurubu bulunurdu. Gerisini tahmin edersiniz herhalde. Zavallı annemde bir çığlık ve yüzünde daha önce hiç görmediğim bir korku ifadesi. Bisiklete mi binmiştim? Kendime bir zarar mı vermiştim? Adet göremeyecek kadar küçüktüm. Bu kadarını beklemiyordum, tek istediğim anneme büyüdüğümü göstermekti. Ama “çocuk aklım” annemin aklına gelen seçenekten habersizdi. O gün tek anladığım annem çok korkmuştu, beni de korkutmuştu. Gururum incinmişti. Yıllar sonra bana “genç kızlıkla” ilgili bir ansiklopedi verdiğinde ona kızmış, bağırmış, odayı terk etmiştim. Annemle aramızdaki görünmez duvarın kırılmazlığına kendimi ikna etmiş, artık bu mesele ile ilgili düşünmemeye karar vermiştim.
Diğer tarafta yer alan babam canlı bir adamdır, enerjikdir, çalışkandır. Sesi gürdür. Karizmatiktir, insanlarla kolay kaynaşır. İçi sevgi doludur; ama haksızlığa gelemez, öfkelenir. Babamı tanıyıp da sevmeyen çok az insan var. Çoğu arkadaşım “Kıbrıslı’nın sözlükteki tanımının görseli” gözüyle bakar babama. Tahmin edersiniz ki babam, sevgisini gösterirken de seslidir. Ercan Havaalanı’nı “Kızım Amerika’ya gidiyor, ama ben sarılamadım gendine” diyerek ayağa kaldırıp, polislere küp kebabı sözü vermesi karşılığında uçak kalkmadan yarım saat önce Duty Free’de kolları açık koşmak, babamın lugatında sıradandır. Annemse hep uzaktan bakar, sesi titrer, sarılırken korkarak sarılır adeta. Kısacası babam her ne kadar eğlence, macera ve yeniliği temsil ederse annem de o kadar önlemi, sınırları ve gelenekleri hatırlatmıştır bana. Bense bundan korkup kendimi babamın kucağına atmış, “babasının kızı” sıfatını sorgulamadan kabul etmişim. İyi karne getirdiğimde, burs aldığımda, haksızlığa sesimi yükselttiğimde, çoğu erkek olan arkadaşlarımla rakı sofrası kurduğumda hep “babamın kızı” olmuşum. Ta ki üniversiteye gelene, kendimi tanıdık ve güvenli kucaklardan, gözlerden uzağa atana dek.
İktidar her yerdedir. Amerika’nın en önemli Afro-Amerikan aktivist ve düşünürlerinden olan W.E.B Dubois “ikili bilinç” (double consciousness) konseptinde Amerikan kültürüyle yetişen ama sosyal ve politik alanlarda sürekli ötekileştirilen siyahların yaşamış olduğu ikilemi şöyle anlatır: “Kişi her zaman ikiliğini hisseder: Bir Amerikalı, bir Zenci; iki ruh, iki düşünce, iki uzlaşmaz çekişme; tek bir Siyah bedende çatışan iki ideal... O kişi, lanetlenmeksizin, hemcinslerinin hakaretine uğramaksızın, kapıları yüzüne çarpılmaksızın bir insanın hem Zenci, hem de bir Amerikalı olabilmesini arzular”. Afro-Amerikanların yaşadığı kendilerini başkalarının gözünden görme ikilemi, adeta gözlerinin önünde bir “peçe” (veil) oluşturur. Bu peçe sadece beyaz Amerikanların siyah Amerikanlara olan bakışını değil, aynı zamanda siyah Amerikanların kendilerine bakışını da örter. Afro-Amerikanlar kendilerini beyaz Amerikanların tanımladığı roller ve kalıplar içinde sıkışmış bulur. Siyahların yaşamış olduğu ikilemi ataerkiyle bağdaştıracak olursak (ki Margaret Atwood bu temayı sıkça işler), benzer bir iktidar ilişkisinin söz konusu olduğunu görebiliriz. İnsanlık-dişilik ikilemi yaşayan kadınlar, kendilerine dayatılan ikincil konumlar çerçevesinde kendilerini ataerkinin gözünden görürler- anne olarak, kız evladı olarak, eş olarak vs. Eline aldığı bir popüler magazin dergisinde kendi hemcinsini saatlerce photoshopta oynandıktan sonra daha zayıf gösteren bir çift göz ona bakar. Televizyon izlerken maruz kaldığı reklamlarda çamaşır yıkayan, eşi ve çocukları için fedakârlık yapan“ideal kadın”ı anlatan bir çift göz ona bakar. Aynaya baktığında kendi değerini anlamak için bakmaz, ona kendi değerini bir Sedat “kafesleyip kafesleyemediğiyle” ölçmesi gerektiğini öğreten bir çift göze bakar. Sınıfa girdiğinde duvarlarda asılı olan ünlü düşünürlerin portrelerine bakarken hemen hemen hepsinin erkek olduğunu da bu bir çift gözle görür. İşte bu bir çift göz, ataerkinin ve iktidarın gizli silahıdır. Bu bir çift gözdür ki Atatürk’ü kadın hakları duyarlısı yaparken Halide Edip Adıvar’a karşı bizi körleştirir. Bu bir çift gözdür ki Auguste Rodin’i “Düşünen Adam” gösterirken, Camille Claudel’e dönüp bir bakış bile atmaz. Aristoteles’i, Plato’yu, Sokrates’i gösterişler içinde aydınlatan bu göz, Antik Çağ’ın Krotonlu Theano’suna, Aspasia’sına, Hypatia’sına bakmaya gelince harelerden patlamıştır. Bu bir çift göz kendimi “babasının kızı” lensinden gördüğümde bir an olsun kırpılmamış, annemi ise “anne” gözünden göstermiştir. Bana verilen rolleri sorgularken, aynı duyarlılığı anneme de gösterebilmeme yardımcı olmamıştır. Annemin herşeyden önce bir insan, kendi hikayesi olan bir kadın olduğuna ve benim bu hikayeyi ne kadar az bildiğime duyarsız bırakmıştır beni.
Bugün 8 Mart. Bugün birçok politikacı, kuruluş, medya organı çıkıp “kadınlarımız”la başlayan cümleler kuracak; nasıl aile yetiştirdiğimizden, anne olduğumuzdan bahsedecek, belki ortaya topluma katkı sağlamış birkaç ünlü kadın ismi de atarak, bize karanfil, gül, çiçek dağıtacak. Yılın geri kalan 364 gününden farklı olmayarak, bugün de değerimizi anlatan naraları başka seslerden duymamız, kendimizi o tanıdık bir çift gözden görmemiz beklenecek. Birçok şiir, film, türkü bizi konu alırken, acaba kaçı gerçek sesimizi, sözümüzü yansıtacak, duyacak? Bugün 8 Mart ve ben bir kez daha “kendime ait bir oda”nın, pencerenin, sesin önemini hatırlıyorum. Ama bu hikaye burada bitmiyor. Hepimiz öyle veya böyle eleştirdiğimiz iktidar kalıplarının bir parçasıyız. Kendimizi o iktidar kalıplarının peçesinden görmeye devam ettiğimiz sürece o kalıpları kırmıyor, aksine yeniden doğuruyoruz. 8 Mart Dünya Kadınlar günün kutlu olsun anne. Ama sadece çok iyi bir “anne” olduğun için değil, sürekli seni görünmez kılmaya, sesini bastırmaya çalışan bir sisteme karşı direndiğin için de. Ve bu direncin kabul edilmesi için mücadele eden, peçeyi sorgulayan tüm kadınların ve adamların da. Farklı coğrafyalarda, dillerde, renklerde tek bir yürek ve sloganla daha da yüksek bir sesle haykıracağız bugün: “Ne Azizeyiz, Ne Orosbuyuz, Sadece Kadınız”!