Baf’ta örf ve adetler… (2)
ULUS IRKAD
Bu yazımda geçmişte yaşanılan eski adet, gelenek ve görenekleri de aktarmak istiyorum. Çevremi ve Baf insanlarını 1960 ve sonrası yıllarda tanımaya başladım. Önce Baf’ın Konya Mahallesi’nde, daha sonra da 1963 olaylarından bir müddet önce Mutallo’ya taşındığımızı anımsıyorum (Albayrakların veya Sinanların evlerine). 1963 ve öncesinde babam öğretmen olmasına rağmen bir ekonomik sıkıntımız olmadığını, babamın 1963 ve öncesinde bizlerin iyi yetişmemiz için en pahalı oyuncaklardan en kaliteli okul- ders materyallerine kadar bize aldığını hatırlıyorum. En küçük kardeşim 1965 yılında doğmuştu. Onun gelişiyle tam beş erkek kardeş olmuştuk. Aile bütçemiz 1963 olaylarının patlamasıyla zorluğa girmişti. Ondan sonraki yıllar da zorluk dönemleri vardır ama 1968 sonrasında gene aile bütçemizde pek sıkıntılara rastlanmaz. Televizyonumuzun eve gelişi 1968’di. 1974 yılına kadar aynı televizyonu kullandık. 1974, 14 Ağustos gecesi EOKA B’ciler bizim evdeki ve mahalledeki bütün televizyonları yürüttüler (markası Philco idi). Kuzey’de de biz onlara yürütmüşüz. Her şey karşılıklıydı zaten, misilleme üstüne misilleme... Çoğu insanımızı da böyle kaybetmişiz. Neyse, tek maaş alıyorduk. Annem ev hanımıydı ve tüm çocuklara bakıyordu. 1968 yılında taşındığımız evimiz, Baf’ın biricik Hoteli, Yıldız Hotel’in sahibesi Mazlume Hanım’a aitti. Mazlume Hanım 1962 veya 63 yılında ölünce oteli akrabalarından emekli öğretmen Himmet Efendi çalıştırmaktaydı. Biz kirayı bazen Himmet Efendi’ye, bazen de bankaya yatırırdık. 1960’lı yıllardan itibaren evin ve hotelin mirascısı Mazlume Hanım’ın oğlu Tahsin Adam, Baf’a gelmeye başlamış, otel ve evle o ilgilenmeye koyulmuştu. O yıllarda oteli genişletip daha büyük bir tesis yapmaya çalıştığını biliyordum. Tahsin Adam 1920’li yıllarda Türkiye’de Siyasal Bilgiler’den mezun olup Fransa’ya yerleşmiş, orada kısa zamanda meşhur Fransız devlet adamı Pompidu’nun da danışmanlığına kadar yükselmişti. Adam’ın UNESCO’nun kuruluşunda önemli bir rol oynadığı ve de aynı kuruluşta özel bir sandalyesi olduğunu o zamanlar yaşayan Baf’lılar ve akrabaları bana nakletmişlerdir. Denildiğine göre 1960’lı yılların sonlarında Kıbrıs’a gelmeye başladığında devrin Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıs devlet yetkilileri onu devlet töreniyle Lefkoşa Havaalanı’nda karşılarlarmış. Eski Kıbrısrum Cumhurbaşkanı Giprianu ile Tahsin Adam arasında büyük bir dostluğun olduğunu duymuştum. Tahsin Bey’in 1920’li yıllarda Kıbrıslıtürkler yeni Türk harflerine geçerken köylerde ve şehirlerde yeni Türkçe harfleri öğretmek için önder Türk aydınları arasında yer aldığını da biliyordum. 1960’lı yılların sonlarında Yıldız Hotel’le ilgilenmeye başladığında o dönemin tanınmış mühendis ve mimarlarından Niyazi Altan’la otel konusunda konuşurken aralarındaki temas aracı olan dilin İngilizce olması da dikkatimi çekmişti. Niyazi Altan şu anda bu makalemi okuyorsa kendisi de, ya bana veya yazı ile Tahsin Adam hakkında bilgilerini iletirse memnun olacağım. 1989 yılında Baf’ı ilk kez ziyaretim sırasında evde ikamet eden Kıbrıslırumların bana, Tahsin Adam’ın yaşadığı ve de Dip Baf’ta yeni yaptığı bir oteli işletmekte olduğunu söylemeleri de oldukça ilginç gelmişti. O yıllarda bile Tahsin Bey’in doksanlı yaşlarda olduğunu tahmin edebilirim. Baf’ın ilginç kişilikleri yanında adetlerini de bu yazımda nakletmek istiyorum.
1960’lı yılların başlarında ölenler için bana ilginç gelen ve sadece Baf’ta olduğunu fark ettiğim bir örf ve adetten sözedeyim: Sözü geçen sahneyi birkaç kez ölümlerin meydana geldiği evlerde bizzat gördüm. Benim yaşımda ve benden büyük Baflılar bunu anımsıyorlarsa lütfen yazsınlar veya bana bildirsinler: Ölen kişilerin üzeri beyaz bir çarşafla örtülür, beyaz çarşafın üzerine tam baş kısmına tersten göğse doğru, bıçağın ucu göğsü gösterecek şekilde, siyah saplı ve uzun bir bıçak konur bu bıçağın etrafına da av fişeğinden çıkarılan saçmalara benzer saçmalar serpilirdi. Bu hangi inanış ve tarikatın bir eseriydi veya yansımasıydı bunu burada bilemeyeceğim ama ben bu olayı birkaç defa Mutallo’da gerek Albayrakların (Sinanların evlerinde kiracıyken) mahallede ölen komşuların naaşları üzerinde gördüm ve mesela ölü üzerinde ilk benzer bıçakla saçmaları da karşı komuşumuzun naaşı üzerinde gördüğümü, yıllardan 1962 olduğunu buradan belirtirim. Bu arada, inanışa göre ölen insanların o günlerde ya kelebek, ya arı şekline bürünerek, öldükleri evlerini ziyarete geldiklerine inanılır ve eğer ev sahibi yeni ölmüşse eve gelen bu çeşit böcekler korunur ve öldürülmezdi. Yine ölünün naaşı mezarlığa kaldırıldığında mezarlığa gelen halk Hoca’nın çevresinde toplanır, 1974 sonrasında Mağusa’da gördüğümüz şekilde değil (Yani yere çökerek değil), tüm dua ve Fatiha sürelerini ayakta okurdu. Ölü gömüldükten sonra çiçek ve çelenkler mezar üzerine bırakılarak mezarlık terk edilirdi. Ölü gömülürken onun korunmasını sağlayacak perde genelde hep tahtadandı. Şimdilerde bu beton blok olmuştur. Bu arada ölü, toprağa verilirken ölü üzerine kokulu mersin dalları konurdu. Cenazelerde, zengin insanlar cenaze sırasında çocuk ve fakirlere para dağıtırlardı. Bu para dağıtma işi ta 1968’li hatta yetmişli yıllara kadar sürmüştür. Bir de bazı insanlar ölen yakınlarının, hatıra olsun diye saç, bıyık ve tırnaklarını keserek bir kutu içerisinde korurlardı. Bilhassa Osmanlı Dönemi’ni yetişen eski insanların bu tip adetleri vardı ve böylece ölüleriyle aralarında bir diyaloğun olduğuna, ondan bazı anılarının kaldığına inanırlar, bu şekilde tatmin olurlardı. Şimdilerde de devam eden bir adet de ölenlerin anısına helva yapılması ve bunun Cuma günü ya camiye gidenlere veya okullara dağıtılmasıydı. Helva yerine çörek ve bulgur köftesi dağıtanlar da az değildi. Ölenlerin mevlit törenlerinde muhakkak gülsuyu ve lokum vazgeçilmez ikramlar arasındaydı. Büyük dayım Zihni İmamzade, Osmanlı Dönemi’nde evlenme törenlerinde aynen Karadenizliler gibi Baflılar’ın da av tüfeği veya tabanca ile havaya ateş ettiklerini, evlenenlerin, bilhassa erkeklerin ailelerine, gerdeğe girdiklerine dair kanlı çarşafları ertesi gün göstermelerinin de bir adet olduğunu bana birçok defa anlatmıştı.
Bu arada Baf’ta 1940’lı yılların içerisinde olmak üzere annemin ninesi Havva Kadın’ın lise ve ilkokullarda kurabiye yaparak çocuklara sattığı, “Baflı Kavurmaların” hemen yanında küçük evinde yaşayan Eğri’nin renkli renkli şekerlerden yapılan şekerli hayvancıkları o zamanlar biz çocuklara sattığını, bu hayvan şekerlerinin kalıplarının da Kemal Minimini ve Selçuk Karabardak kardeşlere ait olduğunu buradan nakledeyim. Minimini ile Selçuk Karabardak kardeştiler. Kemal Minimini şöför, Karabardak ise hem mücahit, hem de dülgerdi. Eğri’nin bazen çok içki içtiğini ve mahalledeki çocukların sarhoşluğuyla alay ettiği bir ihtiyar adam olduğunu ama 1974 savaşı sırasında mahallesindeki genç insanlara bilhassa kadınlara, işgal ordusunun işgali sırasında açık giyinmemeleri gerektiğini söylediğini, çünkü onun İkinci Dünya Savaşı’ndaki deneyimlerinin bu olduğunu tekrarladığını, tanıyanlar söylemektedir. Havva ninemin undan yaptığı kurabiyelerle tatlıları, bu arada un ve harup pekmezini (top helvası veya un helvası da denilirdi) karıştırarak yaptığı tatlıları çocuklara sattığını ve çocukların da o zamanki şartlarda bunları beğendiklerini, severek yediklerini de anımsamaktayım. Yine 1960 yıllarının başında yakın Baf köylerinden gelip Baf’ta uzun şekerleri biz çocuklara satan dilsiz adamı da unutmadım. Onun bastonlu şekerleri de bu adamın dilsizliğinden ötürü çocuklar arasında “Üye” olarak bilinirdi. Aynı adamın zaman zaman 1960’lı yılların ortalarına kadar gelerek “üe” (“Üe” seslendirmesi çocuklarda “üye” diye seslendiriliyordu) adlı bu şekerlerini sattığını çok iyi anımsamaktayım. Kahvehanelerde gül şurubu, kola, lokum gibi tatlı ve şekerler yanında, galomrama, Arap tatlısı ve baklava gibi tatlıların satıldığını ve kahvehanelere gelen misafirlere kahve yanında bu gibi tatlıların da ikram edildiğini, o günleri yaşayan Baflılar anımsayacaklardır. Baf’taki baklavaları en güzel Cemal Dayı ile Sağır Ahmetler yapmaktaydı (Bir galomrama ustası da başka bir Cemal dayıydı). Bu arada Sağır Ahmetlerin kızıyla, Cemal Dayı’nın oğlu Mehmet ağabeyin evli bulunduğunu biliyorduk. Cemal dayı’nın Arap tatlıları da lezzet olarak dünyada görülmeyecek tatlılardı. Cemal Dayı ( Radiye Abla’nın kocası) Arap tatlılarını Baf’a İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tanıtmıştı çünkü Filistin’de o yıllarda askerlik yapmıştı.
Baf Camisi’nde ezan okuyan meşhur Baf gazelhanlarından, rahmetli Ali Çürük, Sabri Oğuzkan ve Salim Hocalar ailesinden Cemaliyen’in isimlerini de buradan yadedeyim. Eski Baf düğünlerinin vazgeçilmez müzik topluluklarından elemanları sıralarsam, Topal Enver’in güzel sesini, Arapça, Türkçe ve Rumca şarkılarını, Müntüfiye Halayığı (Def ve döblek çalıyordu), sünnet ve düğünlerde de Yero ve zurnada Çavuş Dayı’yı burada anmak bir görev. Son zamanlarda bilhassa Pop Müziğin adada sevilmesiyle ortaya çıkan Baf Rintler grubunun da Baf’ta 1963 sonrasında ayrı bir yeri vardı. Ali-Alpay-Alçın-Aysın Kampa ve Derviş Volkanların babası Tahir Dayı’yı muhakkak hatırlayacaksınız. Nesime Abla’nın o insanca sevgi dolu yüzü, Annesi Tahire Abla, o güzel hamamları, İkinci Dünya Savaşı muhariplerinden Tahir Dayı’nın o insancıl davranışları, 1974 öncesi Bafı’nın kaybolmayacak ölümsüz değerleridir… Ülkü Yurdu Mahallesi’nin, Kemal Bektaş ailesi, Polis Kani Mulla aileleri, meşhur Osman-Hafız Kanatlı ailesi (Hüseyin Kanatlı’nın anne- baba ve kardeşleri) Saatçi Kemaller, Muharrem Usta aileleri, Çelikler, Rusolar, Pamukenalar, Yorgancı Mehmet Dayılar, Hasan Mulla Osmanlar, Saydam ve Salih abiler unutulmayacak yüzleridir. Ülkü Yurdu’nun hamamları, Naciye ablalar (İki Naciye Abla vardı hamamcı olarak), Fatma Ablalar ve diğer hamamcıları da burada anmak isterim. Baf’ta bir de hamam kültürü vardı. 1974 yıllarına kadar haftanın belli günlerinde alttan ısınmalı Roma-Osmanlı hamamları hala daha rağbetteydi ve bilhassa bayramlardan birkaç gün önce erkeği kadını hamama gider orada yemekler de yerlerdi. Baf’ın Deli Alisi, Deli Hüseyin’i ve unutulamayacak birçok insanlarını yazmak isterdim ama burada sayfalar sığmıyor. Tüm Baflılara, onları unutmadığımızı belirtir, arada sırada eski Baf’a da yazılarımda yer vereceğime söz veriyorum. Baf, 1974 öncesinde halkıyla kültürüyle bir varlıktı. Ve tarihte de hep öyle hatırlanacaktır.
“Dünya edebiyatının kıyısında…”
ARİF TAPAN
Susan Sontag, ‘Başkalarının Acısına Bakmak’ (Regarding the Pain of Others) adlı çalışmasının bir bölümünde şöyle der: “Başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olmak, gazeteciler diye bilinen profesyonel, uzman turistlerin bir buçuk asrı aşkın sürelik maceralarında gittikçe katlanan birikimleriyle doğrudan ilintili olan, esaslı bir modern deneyimdir. Öyle ki, artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükûnet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır.” (s.17)
Hakikaten de bugün evlerimizde oturduğumuz yerde ya da nerede olursak olalım elimizdeki telefon cihazları ile dünyanın herhangi bir noktasındaki bir savaşı, felaketi, yıkımı, sürgünü, kıyımı o olayın bizzat öznesi-nesnesi olan bireyler ile eş zamanlı olarak kolaylıkla takip edebiliyoruz. Teknolojideki gelişmenin ve bilgiye erişimdeki hızın başını alıp gitmesiyle savaşı yaşayan, bombardıman altında olan insanla aynı anda, biz de yaşanan savaşa oturduğumuz yerden tanık olabiliyoruz. Peki Sontag’ın altını çizdiği bu ‘modern deneyim’ ile ne hissediyor, aklımızdan neler geçiriyoruz? Dünyanın herhangi bir noktasındaki bir yıkımın bilgisine ulaştıktan sonra bu, aklımızda ne kadar süreyle yer ediyor? Ne kadar gündemimizde kalıyor? Ne kadar onu hatırlamaya devam ediyoruz? Savaşın bilgisine, ona birinci dereceden tanıklık eden kişiyle eş zamanlı ulaşabilsek de savaşın içindeki kişinin ‘savaş deneyimi’ ile bizim “modern deneyim”imiz neye benziyor ya da ‘savaş’ sözcüğünün karşılığı onunla bizim için ne derece aynı ya da farklı olabiliyor?
Felaketin bilgisi
Bir felaketin bilgisine ulaşmak, onu haberleştirmek-tarihleştirmek-belgelemek ve nihayetinde şeyleştirmenin dışında bir felaketi bizzat tecrübe edip sonra bu tecrübeyle – eğer mümkünse- yaşamaya devam etmek nasıl bir şeye benzer peki? Savaş, insanın diğer tüm tecrübeleri gibi yaşanılan, etkilenilen ve sonrasında unutulan bir şey midir? Bir felaketin, kıyımın tanığı, o felaketten sonra yaşamına kaldığı yerden devam mı eder, kendisine yeni bir yaşam mı inşa eder yoksa geri döndürülemez bir biçimde, artık o felaketin sebep oldukları ile mi yaşamak zorundadır? Bunlar gibi daha pek çok soru türetebiliriz savaşlarla ve savaş sonralarıyla ilgili. Bu gibi soruları tek bir hamlede cevaplayamasak, bunlara genel geçer yanıtlar bulamasak da en azından bu soruları ortaya atabilmemizi ve onları her daim canlı tutabilmemizi mümkün kılan şeylerden biri de şüphesiz felaketlerin ve felaketlere dair olan şeylerin metinselleşmeleridir (textualization). Burada bir haber küpüründen, bir video kaydından, bir belgeselden, bir ropörtajdan, bir siyasi antlaşma metninden bahsetmiyorum. Edebi metinlerin içine sızan savaş, felaket anlatılarını ya da doğrudan bunun üzerine inşa edilen metinleri kastediyorum. Savaş anlatısı, anı-roman ya da anı-öykü, belgesel-roman, savaş romanı vs. gibi metni türleştirmeye yönelik tanımlama girişimlerini böylesi anlatılar için çoğu zaman tek başına yeterli ya da gerekli bulmamakla birlikte, burada bir savaşla, felaketle, yıkımla ilişkilenen kurgusal metinleri kast ediyorum.
Saraybosnalı Hırvat
İşte bu gibi çalışmalara örnek verilebilecek bir anlatı da Milenko Yergoviç’in (Miljenko Jergović) ‘Saraybosna Marlborosu’ (Sarajevski Marlboro). Saraybosna doğumlu Hırvat bir yazar olan Yergoviç’in ‘Saraybosna Marlborosu’ ilk kez 1994’te Zagreb’te Hırvatça olarak yayımlanmış. Farklı ülkelerden ödüller alan kitap, World Literature Today’in ‘Dünyaya İlham Veren 25 Kitap (1989-2014)’ kategorisinde de yer alıyor. Metin yayımlanmasının ardından Türkçe dışında tam 14 dile çevrilmiş. Bu çevirilerden kaçının 1997’deki İngilizce çeviriye, kaçının doğrudan Hırvatçaya dayandığını bilmesem de ‘Saraybosna Marlborosu’nun Türkçede ilk kez, Beliz Coşar çevirisi ile İletişim Yayınları’ndan 2001’de çıktığını, bu çevirinin metnin İngilizce versiyonuna dayandığını ve tek baskı yapıldığını biliyoruz. Temmuz 2019’da ise metin Özge Deniz tarafından Hırvatça aslından çevrilerek Kutu Yayınları’ndan çıktı ve kitap üç ayda tam dokuz baskı yaptı. 1992-1995 yılları arasında süren Bosna Savaşına 1993’e kadar bizzat şahit olan Yergoviç, ‘Saraybosna Marlborosu’nda 29 kısa öyküye yer veriyor ve bu öyküler ya savaş öncesiyle ya savaş anıyla ya da savaş sonrasıyla ilişkileniyor.
‘İçeriden’ bakış
Savaşla öyle ya da böyle ilişkilenen öykülerin ne demeye geldiğini düşünmeden önce böylesi bir metnin Türkçeyle ve Türkiyeli okurla kurduğu ilişki biçimi de üzerinde durmaya değer gibi görünüyor. Zira İngilizce çevirisi üzerinden de olsa kitabın Türkçe’de ilk kez yer bulduğu 2001’e kadar, kitap çoktan sekiz başka dile çevrilmiş. 2001’de yapılan tek baskının ardından ise kitap, okur gündemine girememiş görünüyor. Eğer gözden kaçırmadıysam 2019’daki ikinci çeviriye kadar metne dair Türkçe olarak yazılmış kayda değer bir şey yok. Halbuki Bosna Felaketi Türkiye’de her daim gündemde görünen ve Türkiyelilerin ona dair farklı politik-ideolojik-mezhepsel damarlardan da olsa ortak bir anımsayış ve empatiyi ortaya koyduğu bir olgu. Hal böyleyken, Bosna Savaşı’na ‘içeriden’ bakan bir metin olmasına rağmen ‘Saraybosna Marlborosu’nun ne okurun ne de araştırmacıların şimdiye dek dikkatini çekmemiş olması ilginç. K24’teki ‘Bosna felaketi neyimiz olur?’ başlıklı yazısında özellikle Bosna Felaketi üzerinden bu ‘yokluk’ ve ‘dikkat çekememe’ meselesini de hesaba katan Mehmet Fatih Uslu konuya dair şunları söylüyordu: “Bosna Savaşı romantizmi konusunda ülkemiz dünyada açık ara önde. Ama gelin görün ki bu romantizm bir yayın, tercüme, düşünce ve araştırma bolluğuna dönüşmüyor. Nedenleri çeşitli olmalı bu durumun ama şu sorunun capcanlı ortada durduğu kanaatindeyim: Ne kadar gerçekten merak ediyor, anlamak istiyoruz Bosna’yı? Yoksa esas sevdiğimiz kendi düşük maliyetli romantizmimiz mi?” Bu soruların üzerinde durmaya oldukça ihtiyaç varken, kitabın Türkçede ikinci kez dolaşıma girmesinin ardından kısa sürede bu denli ilgi uyandırmış olması da başka soruları gündeme getiriyor. Peki ne oldu da kitap bu kez en azından okur nezdinde merak edildi, bunu da ayrıca düşünmek gerekiyor.
Üç temel soru
‘Saraybosna Marlborosu’nun edebiyat sosyolojisindeki bağlamını ve hem dünya okurları hem de Türkiyeli okurlar için neleri ifade edebileceğini ise zannediyorum felaketin temsili üzerinden düşünmek daha verimli olacaktır. Kitapta yer alan 29 öyküye bakıldığında Yergoviç’in şu üç temel sorunun üzerine gittiğini düşünüyorum: 1) Felaket insandan neleri götürür? 2) Felaketten geriye ne kalır? 3) Bir olgu olarak felaketle nasıl başa çıkılır? Örneğin “Tosbağa”da, “Alabalık”ta, “Akbaba”da, “Kütüphane”de bir savaşın sadece politik düzlemde, milletler arasında gerçekleşen karşılıklı bir dövüş olmadığını, savaşın bilakis savaşa en uzak noktada, gündelik hayatın tam merkezinde duran bireyleri ve hayatları etkilediğini görüyoruz. Somut olarak elbette yitirilen insanlar, evler, aşklar, hayaller, anılar, yurtlar, alışkanlıklar olsa da savaşın cereyanına kapılmamanın nasıl mümkün olamayacağını gösteriyor bu öyküler son kertede. ‘Komünist’e, ‘Kör’e, ‘Yolculuk’a, ‘Gong’a yakından baktığımızda felaketten geriye bir şeyin kalıp kalmadığını, kalabiliyorsa bunun ne olabileceğini görüyoruz. Felaketten maddi anlamda hasar görmeden sıyrılan hayatlar olsa da sosyo-psikolojik katmanda felaketlerin geride nasıl travmatik sancılar, arayışlar, saplantılar, delilikler, doldurulamaz boşluklar bırakabileceğine tanık oluyoruz. Ya da ‘Boşnak Güveci’ni, ‘Kaktüs’ü, ‘Slobodan’ı, ‘Sakal’ı, ‘Bahçıvan’ı düşündüğümüzde hem felaketle eş zamanlı ilerleyen hem de felaket sonrasına yayılan direniş biçimlerinde bireylerin felaketlerle nasıl var güçleriyle başa çıkmaya çabaladıklarını okuyoruz. Bir eşyaya, bir bitkiye, bir anıya, bir kütüphaneye ya da kitaba, bir alışkanlığa ya da eyleme sığınmadaki yurt, dil, geçmiş zaman ve olağan hayat arayışlarını görüyoruz.
Yergoviç’in tüm bu katmanlı anlatılarda ‘savaş edebiyatçılığı’ndan umulacak herhangi bir üst-alt kimlik vurgusunda bulunmaması; bir öfkeye, hınca, nefrete mahal bırakmaması; metinlerde din-dil-mezhep-coğrafya vurgulu bir şovenizme geçit vermemesi de felaketin, tanıklığın, direnişin temsil boyutunda bir ayrıcalık yaratıyor. Kitabın, yayımlanışının ardından dünya dillerinde bu denli yer bulması ve dünya edebiyatı çerçevesinde düşünülmesi de bu kıstaslarla ilişkilendirilebilir. Türkiye’de kendine hep yer bulmuş Bosna anımsayışının ve empatisinin Uslu’nun yukarıda andığım yazısında da vurguladığı gibi verimli bir düşünme ve üretme pratiğine dönüşememesi de zannediyorum sadece Balkan coğrafyasıyla kurulan ilişki biçimiyle değil Türkiyeli okurların ve araştırmacıların felaket temsilleriyle irtibattan kaçınmayı tercih etmesiyle birlikte düşünülmelidir. Felaketlerle ya da onun temsiliyle ilişkilenmek, buna dair tefekkür edebilmek bir çırpıda yapılabilecek bir şey olmasa da “akşamları ekmek yapıp, sabahları yas tutan” (s. 106) insanları anlamaya çalışmak bir çıkış noktası olabilir. ‘Saraybosna Marlborosu’ ise bu çıkışa sadece bir örnek.
Saraybosna Marlborosu
Milenko Yergoviç
Çeviri: Özge Deniz
Kutu Yayınları
192 sayfa.
(AGOS KİTAP – Arif TAPAN – Ocak 2020)
DEVAM EDECEK