Bağımsız doğmadık dünyaya...
Bir fil yavrusu doğduktan sadece birkaç dakika sonra ayağa kalkıp yürüyebiliyor, ve sürüye ayak uydurmaya başlayabiliyor. Hatta zürafa gibi vücut oranları değişik bir hayvanın yavrusu bile, doğduktan sadece birkaç saat sonra ayağa kalkıyor ve biraz dengesi bozuk da olsa kendi başına etrafta dolaşabiliyor. Veya adamızın meşhur carettalarını düşünelim. Yumurtadan çıktıktan hemen sonra, denize gidip, kendi başlarına okyanusun tüm zorluklarına göğüs germeye çalışıyorlar. Hem de hiçbir ebeveyn yönlendirmesi olmaksızın...
Peki ya insan bebekleri?
Doğadaki memeliler ve primatlara bakarsak, en uzun süreli bakıma muhtaç olan bebektir insan yavrusu... Bizler hayati işlevlerimizi yürütmemize yarayacak beyin devrelerimiz henüz olgunlaşmadan doğuyoruz. Bunun sorumlusu da, insan bebeğinin dar bir doğum kanalından geçip dünyaya gelebilmek için azami bir kafa büyüklüğünü aşmaması gerekliliği... Eğer doğum için, beynimizin temel işlevlerini yerine getirebilecek düzeyde olgunlaşmasını bekleseydik, insan anatomisi bebeğin doğumuna elverişli olmayacaktı.
Birçok hayvan, kalıp halinde beyinlerine kazınmış genetik içgüdü ve davranışlara sahip olarak doğuyor. Genetik olarak önceden programlanmış olmaları, bu canlılara doğum anından itibaren ebeveynleri gibi hareket etme ve bağımsız olarak hayatta kalma olanağı sağlıyor. İlk bakışta diğer türler için büyük bir avantaj gibi görünen bu durum, aslında önemli bir sınırlamaya işaret ediyor. Hayvan yavrularındaki bu hızlı gelişimin nedeni, beyinlerinin büyük oranda önceden programlanmış şablona göre bağlantılar kurması... Ancak bu hazırlıklılık için ödenen bedel de ortama adaptasyon esnekliklerinin az olması... Kutuplardan ekvatora kadar, çok değişik koşullara adapte olabilen bir canlı türü insan; ve hayvanlar için belli bir seviyede beyin bağlantıları ile doğuyor olmak ortam değişikliği anında dezavantaja dönüşebiliyor.
Anne karnındaki gelişime baktığımızda, özellikle ikinci haftadan sonra, beynin ön kısımlarını oluşturacak bölgedeki sinir hücresi üretimi patlamasının, hayatımızın hiçbir döneminde bu kadar hızlı olmadığı biliniyor. Genç beyinlerdeki yeni hücre oluşumuyla, uyum sağlama yeteneğinin birbiriyle bağlantılı olduğunu söyleyemeyiz tabi. Hatta çocuk ve yetişkin bireylerdeki hücre sayısının hemen hemen aynı olduğu da bir gerçek. Esnekliğin sırrı beyin hücrelerinin yani nöronların nasıl bağlandığında!
İnsan bebeğinin beyni birbirinden oldukça farklı ve bağlantısız nöronlardan oluşuyor, ve yaşamın ilk iki yılında aldıkları duyusal bilgilere dayanarak beyin hücreleri birbirleriyle çok hızlı bir biçimde bağlantı kurmaya başlıyorlar. Bu nedenle yeni doğan bir bebek, yaşamsal deneyimlerin ayrıntılarıyla sürekli olarak yeniden biçimlenme olanağına sahip beyni sayesinde, yaşam karşısında değişmez değil esnek oluyor.
Doğduğumuzda, belirli oranda genetik ön programlamadan geçmiş durumda bir beyine sahip olsak da , dediğimiz gibi, hayvanlar aleminin geri kalan üyeleri ile kıyaslarsak beklenmedik ölçüde tamamlanmamış bir beyinle dünya geliyor insan bebeği. Yani beynimizdeki ayrıntılı devre şeması önceden programlanmamış oluyor. Son derece genel talimatlarla şekillenen insan beyninde, nöral ağların ince ayarları ise deneyimlerle gerçekleştiriliyor; ve bu sayede uyum sağlaması mümkün oluyor.
Beynimizi ve dolayısıyla kendimizi, doğduğumuz dünyaya, ortama ve şartlara uygun bir şekilde düzenleyebiliyor olmamız, türümüzün gezegenimiz üzerindeki tüm ekosistemlerde hakimiyet kurmamıza olanak sağlayan insan özelliğimiz.
Hani dedik ya “aslında dünyaya bağımsız doğmadık ve her şarta alışabiliyoruz” diye... Son günlerde bu “her şeye alışabiliyor olma durumu” avantaj mıdır, dezavantaj mıdır? İşte bu kısımdan pek emin olamıyorum…