Balkon
Bayramın son günüydü…
Pazar günü yine balkona oturmuş, kitabımı okuyorum.
Yakın zamana kadar olan bunaltıcı sıcaklar nihayet yavaş yavaş Ada’yı terk ediyor.
İki ay önce aynı balkonda ayaklarımı soğuk suya batırmış, kitap okumaya çalışırken şimdilerde ara sıra üşüten hava dalgalarında oturuyorum.
Kitabım yine elimde ama Saint Hilarion manzaralı Beşparmak Dağlarını, önceki zamanlarda sayısız izleyişime rağmen, bir izlence daha katmadan duramıyorum. Sanki her seferinde farklı bir şey göreceğim gibi bakıyorum… Çok farklı bir şey yok ama yine de ben bir fark varmış gibi bakıyorum. Aslında 95 yılındaki büyük yangından sonra dikilen fidanların artık ağaç olmuşluklarını bir daha bir daha izlemek bana büyük bir keyif veriyor.
Balkon korkuluğuna tutturulmuş şemsiyemi öğleden sonra güneşi henüz gelmediği için açmamışım…
Açılmamış şemsiye gözümün ön planında dururken arkasında, ağaca yüz tutmuş fidanların en tepesinde, 700 metre yüksekte, tarih kitaplarında adına 12. yüzyılda rastlanmış Saint Hilarion Kalesi’nde geçmişi düşlerken buluyorum kendimi…
Hangi yüzyılda yapıldığıyla ilgili kesin bir tarih yok ama Kale, Arap saldırılarına karşı halkı korumak için yapılmış… Ardından Türklere karşı yeniden sağlamlaştırılmış, Bizansın, Venediklilerin eline geçmiş Kale, adını ise Filistinli bir keşişten almış. Kimbilir savaşlarda, durgun zamanlarda, keşişe yapılan ziyaretler boyunca neler yaşanmış, kimler gelmiş, kimler gitmiş!..
Kale’den aşağıya doğru gözlerim inerken, yeşil fidanların hemen altında betonlar başlıyor bu kez…
Deniz tarafına bakamıyorum bile çünkü artık kalkan betonlardan denizi görmem imkânsız… Hep Beşparmaklara doğru dönüyorum yüzümü… Ne kadar apartman yükselse de henüz dağlarımın yüzünü kesecek gibi değil… Oysa ki ilk yılları düşünüyorum, o binaya ilk geldiğim günleri… Ne önünde ne ardında, ne sağında ne de solunda şimdiki gibi birbirine geçmiş, karmakarışık, bunaltıcı betonlar yoktu… Balkonun altına kadar gelen keçi, koyun sürüleri, çıngırak sesleriyle bizi balkona çağırırdı. Henüz yeni yeni koşmaya başlayan kızlarımı hemen çağırır, otlayan koyunları seyretmelerini sağlardık.
50 metre uzağımızdaki alanda mahallenin çocukları koşturuyor, top oynuyor, yemek saatlerinde annelerinin çağırmalarıyla evlerine dağılırlardı.
Şimdi o manzaralar, o doğallık artık yok. Hepsi gitti.
***
Tekrar dağ tarafından aşağıya inmeye devam ediyorum. Beyaz betonların arasında tek tük alan ağaçlar boyunlarını güneşi görebilmek için kaldırmaya çalışıyorlar… Kapalı şemsiyemin ardından bu kez hemen dibimizdeki sitenin bloklarının beyazlığı kamaştırıyor gözlerimi… İyi ki o iki çam ağacı var, yoksa o balkonda hiç oturulmazdı diye düşünüyorum.
O iki çam ağacı ki site yapılmadan önce henüz insan boyundalardı… Sitenin müteahhiti blokları o çam ağaççıkların olduğu yerden başlatacak, yani onlar kesilecekti. Rica etmiştim ve blok planlarını o iki ağaca kıymayacak şekilde değiştirmişti. O çamlar şimdi apartmanların boyunu aştı, göz kamaştıran beyazlığın ortasında yeşillikleriyle gözlerime can veriyor, kumru çiftlerine yuva oluyorlar, en hafif rüzgârda diken yapraklarını sağa sola savurarak rüzgârı karşılıyorlar…
***
Birkaç dakikalık geçmiş ve bugün karşılaştırmalı hayal dünyamdan tekrar kitabıma dönüyorum.
Dönmek durumundayım zaten, çünkü şemsiyeyi açma vakti geldi. Açılan şemsiyenin büyükçe yuvarlağı beni güneşten koruyacakken dağları görmemi de engelleyecek olması kitaba daha da konsantre olmamı sağlayacak.
Kafamı aşağıya indirirken iki çam ağacının ve betonların ardından Saint Hailarion’a kadar uzanan ağaca dönmüş dayanışmanın fidanlarını o balkondan hep görebilmek umudumun sönmemesini diliyorum.