Barikatları sanatla aşmak: Yüzleşme, isyan ve özgürleşme
Harika değerlerimiz, yeteneklerimiz, insanlarımız var.
Işığını barikatın ötesine taşıyan tiyatro sanatçısı İzel Seylani’yi önce “Godot’yu Beklerken” ile alkışladık, ardından “1964”te sahneye çıktı ve yakında yeni projelere imza atmaya hazırlanıyor.
Bilgili, kapasiteli, çok yönlü… Aşkla ve emekle yapıyor işini… Elbette cesur, kendine güveniyor… Yunanca oynuyor, bu dili henüz konuşmadan… Özel bir öğretmenden ders alıyor şimdi.
“Dehanın onda biri yetenek, onda dokuzu çalışmaktır” der, Albert Einstein… Diyorum ki, “Türkçe oynarken bir sözü unutsan doğaçlama yaparsın, yuvarlarsın da… Yunancada unutursan ne yapıyorsun?”
“İşte o nedenle, Kıbrıslı Rum arkadaşlar bir çalışıyorsa, ben üç çalışıyorum. Unutursam, öylece kalırım.” diyor.
Yeni bir “dil” mümkün
Dil en önemli barikatlardan biri ve bunu hep söylüyoruz. En önemli barış siyaseti Türkçe ve Yunanca’nın adanın bütününde öğrenilmesi için işbirliği yapmaktır.
“İlköğrenimde her iki dil de zorunlu olsa sadece beş yıl sonra çok sayıda ergen hem Türkçe hem Yunanca öğrenmiş olur, en azından kendini anlatacak kadar bir noktaya gelir, ortaokul ve lisede de bu beceri geliştirilebilir.”
İzel Seylani’nin sözlerine katılmamak mümkün mü?
Öyle seçmeli ders değil, zorunlu olmalıdır, dil zenginliktir ve Kıbrıs çok dilli bir coğrafyadır. En tarihi işbirliği adımlarından biri bu olur, yoksa salt “barış isteriz” demek yetmiyor, pratikte bir değişim yaratamıyorsak. Bir ortak üniversite, hastane kuramıyorsak örneğin… İlkokullarda karşılıklı ortak dillerimizi öğretemiyorsak eğer...
Güneye yol alıyoruz
Antilogos Tiyatrosu’nun “1964” oyununu izlemek istediğimi sosyal medyadan yazmıştım, İzel Seylani aradı, “vaktin olursa biraz erken gel, birlikte gidelim, oyun öncesi ve sonrası süreci de yaşarsın” dedi.
Böylece kendi ülkemizde yolculuğumuz başladı; kulübeler arası devlet yanılsamaları içinden geçtik ve spot ışıkları arasında bir sahneye vardık.
Yolda lafladık biraz…
“Kuzeyde sigortalı ve sendikalı değilken, güneyde tek oyunla buna kavuştum” dedi İzel… Üstelik yıllardır sol kültürde yönetilen belediye tiyatrosunda oynuyor, Lefkoşa’da.
Sohbetimizde güneydeki tiyatro yapısını anlamaya çalıştım. Farklı bir sektörel disiplin var. Devlet Tiyatroları dahil oyuncusu, yönetmeni tümüne en fazla 3 aylık sözleşme yapılıyor. Özel tiyatrolarda sahne alanlar da bu kapsama giriyor. Kadro yok. Bir oyunluk sözleşme. Tüm tiyatrolar projelerini, programlarını bir yıl önceden sunuyorlar. Bütçe de tüm sanatçılar için dağılıyor.
Ada’nın kuzeyinde “maaşa bağlanmak” deyimi var ya, güneyde farklı… Sahneye çıkmayan, emek vermeyen, üretmeyen, kendini geliştirmeyen, yarışmacı olmayan sözleşme de alamıyor. Kamusal kaynaklardan yararlanmak için illaki memur olmanız da gerekmiyor.
Hangisi doğru, hangisi yanlış tartışma konusudur. Kişi olarak, “devlet sanatçısı” ya da bir başka ifadeyle “memur sanatçı” yapısını kabul edemiyorum.
“Devlet Senfoni Orkestra ve Korosu Müdürlüğü”nden sanatçı emekli etmiş, ancak, sanat üretememiş bir idareyiz! Sanatı, devletlerin ideolojik propaganda aygıtlarından biri yapmamak gerekiyor. Hatta bana sorarsanız, sanatı değil yalnızca, basını da! Çünkü “Devlet” varsa özgür ya da özerk olma şansı yoktur.
“Devlet desteği” kavramı ise çok farklı, bu gereklidir ve üretimi odağına almalıdır. Memurlaştırmak, baskı ve kontrol altına almaktır. Devlet, ayırım gözetmeksizin her sanatçıya eşit mesafede sahne, ücret, altyapı anlamında destek vermelidir.
Güneyde üç aylık sözleşme yapılıyor, bizim tarafta, beş senede beş dakika sahneye adım atmayan ama her ay maaşını alan “sanatçı” da var. Bunları pek tartışmıyoruz.
Tiyatro özelinden bakmayalım meseleye sadece… İş ve gelecek güvencesi elbette önemli, ancak, bu güvenceye sahip olduktan sonra bunu “ister çalışırım ister çalışmam” olarak algılayan bir kesim var… “Maaş garantisi” cebe kondu mu üretim gailesi ortadan kalkıyor… Çünkü yönetimler buna izin veriyor. Emeğin değerinin “üretimle” ortaya çıktığı unutuluyor. Hele kendini yenilemek, geliştirmek, çabalamak gibi bir kültür yok. Çalışan, üreten, terleyen de pek ses etmiyor kaytarana…
Oyun etkili ancak 1964 adı fazla iddialı
Oyun öncesinde tek bir teknik personelle birlikte oyuncuların sahneyi kurması, dekoru yerleştirmesi, birer dilim çörek, hellim, domatesin paylaşılması, o dayanışma, özel bir tiyatrodaki aidiyet duygusu gerçekten görülmeye değer… Kimi ses açma provası yapıyor oyun başlamadan, kimi ısınma hareketleri, replikler tekrarlanıyor, ilk kez böyle bir deneyim yaşıyorum.
‘1964’ ismi Kıbrıs’ın tarihsel sürecinde çok önemli bir yarılmayı anlatıyor.
Kıbrıslı Türkler için gerilim, korku ve gettolar dönemi. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ve aslında adayı “bölünme”ye götüren önemli eşiklerden de biri…
Antilogos Tiyatrosu’nun Kıbrıslı Türklerin acılarını irdeleyen oyunu aslında isminin altında eziliyor. Çok sarsıcı bir performans izliyoruz. Yönetmenin ve oyuncuların başarısı son derede etkileyici… Güçlü bir reji var. Evet de… Kıbrıslı Türklerin ya da adanın “1964”ünü anlatıyor mu derseniz oyun, değil…
1960 bağımsızlık ilanı sonrası yaşanan tarihsel süreçte yüzleşilmesi gereken politik yanlışlar, kışkırtmalar, nefret, çaresizlik, korkular ve cumhuriyetin çöküşü, sanırım bir genelevinin sınırlarını aşıyor. O nedenle itirazım oyunun adına, bu kadar genelleyici bir iddia taşımasa keşke…
Oyun elbette güneydeki resmi tarihe meydan okuması, “öteki” toplumun acılarını gündeme taşıması, içerdiği duyarlılık ve yüzleşme gailesi ile alkışı hak ediyor.
“1964” özel bir öykü üzerinden örülmüş. Bir genelevde sıkışmış üç Kıbrıslı Türk fahişeyle, fanatizm kurbanı bir babanın çatışmalar, düşmanlık, kalleşlik, milliyetçilik odağında yokluğu, başkaldırısı, özgürleşmesi, isyanı var.
1958, 1964 ve 1974 üçlemesinin ikinci oyunu… İlkini izlemedim. 1974 ise henüz sahnelenmedi. Bu üç tarih, bu yurdun canına okudu.
Bir oyunu başka dilde izlemek
Elbette şunu itiraf etmeliyim. Bir tiyatro eserini ana dilini anlamadan izlemek son derece zor!
“Türkçe” dilinde üst yazıyla sahneleniyor oyun, ancak, sahnenin üzerindeki metne yoğunlaştığınız zaman oyuncuların tavrını kaçıyorsunuz, oyuncuları izlerken bu kez konuyu tam anlamıyorsunuz. Bir diğer kafa karışıklığım şu oluyor, sahnede Kıbrıslı Türkleri canlandıran ama Yunanca konuşan insanlar var. İnsanın altüst oluyor ezberi… Hele de diyalogları yoğun, hareketli ve gerilimi yüksek bir oyunu üst yazıyla izlemek kolay değil.
Dört harika oyunculuk
Christina Christofia’yı önceden de izlemiştim, Aliye Ummanel’in “Kayıp” oyununu Satirigo Tiyatrosu’nde oynamıştı. Gianna Lefkati gerçekten olağanüstüydü. İlk kez izlediğim Myrsini Christodoulou’nun duruşu, enerjisi, vücut dili ve sesi harikaydı sahnede…. Ve elbette İzel Seylani… Gurulandım izlerken Yönetmen Alexia Papalazarou’yu ayrıca kutlamak gerekiyor.
Toprağın kalbinin incindiği, coğrafyanın yırtıldığı, yurdumuzun bölündüğü yerde sanat alanında çok daha fazla işbirliğine ihtiyaç var. Umarım ortak oyunların sayısı artar, hatta özel tiyatrolar kurulur, ortak… Birbirimizin acılarını, kaygılarını ve hakikatlerini anlama, geleceği birlikte inşa etme süreçlerinde siyasetten çok daha fazla sanatın öncülüğü yaşamsaldır.