Barış için nasıl bir bireycilik, nasıl bir kolektivizm?
"...bireyci toplumlar özgürlük, kolektivist toplumlar ise eşitlik idealiyle özdeşleştirilmektedir."
Ayça Demet Atay
[email protected]
Barış, ekonomik, siyasal ve kültürel boyutlarıyla bir toplumsal düzendir ve aynı zamanda bireysel boyutta, benliğin canlı ve cansız tüm ötekilerle kurduğu ilişkiye dair bir iletişim meselesidir. Bugün küresel kapitalizm çağında dünyaya hâkim olan “barış” düzeni, içinde yoğun yapısal şiddet barındıran “liberal barış”tır. Bu sözde barışı aşmak için, sadece ekonomik, toplumsal ve siyasal dönüşüm değil, kültürel boyutta ben-öteki ilişkilerine dair de bir dönüşüm gerekmektedir.
Her ideolojinin insana ve insan ilişkilerinin doğasına dair bazı ön kabulleri vardır. Bireyin özerkliğine ve özgürlüğüne vurgu yapan liberalizm ve onun neoliberalizm versiyonu, toplumla bir hesap-kitap ilişkisi içinde var olan, ayrık bir birey tahayyülüne dayanır. Bu birey, kendi çıkarlarını önceleme ve diğerleri üzerine tahakküm kurma eğilimindedir. Modern siyaset felsefesinin kurucularından kabul edilen ve liberal düşünceye önemli etkisi olan İngiliz filozof Thomas Hobbes, buradan yola çıkarak, 1651’de yazdığı Leviathan adlı eserinde, devletin ortaya çıkmasından önceki yaşamın “kısa, kötü ve acımasız” olduğunu öne sürer. Bunun nedeni, toplumu oluşturan bireylerin sürekli bir çıkar çatışması içinde olmalarıdır. Liberalizm ve neoliberalizm, bu rekabetçi bireyciliği evrenselleştirme iddiasındadır.
“Liberal barış”ı aşacak, âdil, özgür ve eşit bir dünya düzeni için, kapitalizmin ve onun ideolojileri liberalizm ve neoliberalizmin kültürel boyutta önümüze koyduğu insan ve insanlararası ilişkilerin doğasına dair varsayımları ters yüz etmemiz gerekiyor. Bu ters yüz edişe, bireysel boyutta benlik kurgusundan ve en çekirdek toplumsal yapı olan aileden başlayabiliriz. “Liberal barış”a ve daha beteri “neoliberalbarış”a alternatif bir barış düzeni için, dünyadaki alternatif benlik kurgularına, bu benlik kurgularının içinde yetiştiği aile modellerine ve değer sistemlerine bakmak gerekmektedir.
Geçen yazımda Afrikalı Ubuntu etiğinden ve Amerika’nın yerli halklarından Komançilerin özen etiğinden bahsetmiştim. Topluma ve doğaya karşı sorumlu olma, paylaşım ve dayanışmanın bu kolektivist kültürlerde nasıl temel değerler olduğunu anlatmıştım. Benlik kurgusu ve değerler kültür içinde şekillenir. Her kültür, kişiye neyin “doğru” neyin “yanlış” olduğuna ve canlı - cansız diğer varlıklarla nasıl ilişkiler kurması gerektiğine dair değerleri, çocukluğundan itibaren empoze eder. Dolayısıyla farklı kültürlerden gelen insanların ben-öteki ilişkisine dair farklı ön kabulleri vardır.
Bu yazımda, bireycilik ile kolektivizmden ve geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın ortaya koyduğu “özerk-ilişkisel benlik kurgusu”dan bahsetmek istiyorum.
“Bireycilik” ve “kolektivizm” kültürlerarası iletişim çalışmalarının temel kavramsal kategorilerindendir. Bireyci toplumlarda kişinin kendi hedef, çıkar ve arzularını öncelediği; kolektivist toplumlardaysa grup aidiyeti ve toplumsal ilişkilerin öne çıktığı düşünülür. Bireyci kültürlerdeki “ben” bilincinden farklı olarak, kolektivist kültürlerde “biz” bilinci hakimdir. Örneğin, bu kültürlerin dillerinde, konuşma içerisinde “ben” sözcüğünün sıkça kullanımı olumsuz görülür; ben sözcüğünden kaçınılır. Oysa bireyci kültürlerde “ben” sözcüğü kullanılmadan ifade eksik kalacaktır. Bireycilik ve kolektivizm genel toplumsal kategorilerdir. Her toplum içinde o yaygın kültürel yapıya aykırı yaşayan bireyler tabii ki vardır.
Kültürlerarası iletişim çalışmalarında önemli bir yeri olan Geert Hofstede’in Kültürel Boyutlar Kuramı’nda bireycilik ve kolektivizm iki ayrı kategori olarak yer alır. Buna göre, bireyci bir toplumda, kişiler arası bağlar zayıftır. Herkes özgün ve özerk bir bireydir ve sadece kendi yaşamından ve yakın çevresinden sorumludur. Bireyler arasında rekabet vardır. Kolektivist bir toplumdaysa, kişiler doğumlarından itibaren güçlü grup aidiyetleriyle yaşarlar. Ait olunan gruplarla ilişkiler her şeyden önemlidir.
Hofstede, bir toplumun ne kadar bireyci olduğunun sayısal olarak ölçülebileceğini savunur ve çalışmalarında toplumlara 1 ile 100 arasında bir skor verir. Mesela ABD yüz üzerinden 91 ile dünyadaki en bireyci toplumdur. ABD’yi 90 ile Avustralya, 89 ile İngiltere, 80 ile Hollanda izler. Arap ülkeleri bireycilik ölçeğinde yüz üzerinden 38, Meksika 30, Çin ise 20 puan ile kolektivist kültürler olarak tanımlanabilirler.
Hofstede buradan yola çıkarak, kolektivist toplumların daha yoksul, daha az özgür ve insan haklarına daha az saygılı olduğu, buna karşılık bireyci toplumların daha zengin, daha özgür ve insan haklarına daha saygılı toplumlar olduğu sonucuna varır.
Bu mantık çerçevesinde özgürlük ve eşitlik iki farklı toplum tipiyle özdeşleştirilmekte, eşitlik idealiyle bireysel özgürlük idealinin birbiriyle çatıştığı sonucuna varılmaktadır. Bir başka ifadeyle bireyci toplumlar özgürlük, kolektivist toplumlar ise eşitlik idealiyle özdeşleştirilmektedir.
Hofstede bireycilik ve kolektivizm kategorilerini yekpare kategoriler olarak ele alırken Amerika’da kültürlerarası psikoloji alanının öncülerinden olan Harry C. Triandis, bunları kendi içlerinde “yatay” ve “dikey” olarak ikiye ayırır. Dikey boyut, hiyerarşik bir düzene, yatay boyut ise eşitliğe vurgu yapmaktadır. Triandis, dikey bireyci kültürlerde bireyler arasında toplumsal hiyerarşi basamaklarının en üstüne çıkabilmek için yoğun bir rekabetin olduğunu savunur. Amaç “en iyi” olmaktır. Yatay bireyci toplumlarda ise kişiler eşit ama birbirinden bağımsız bireyler olarak görülür. Dikey bireycilikteki kıyasıya rekabet bu toplumlarda mevcut değildir. Triandis, dikey bireyci toplumlara Amerikan toplumunu, yatay bireyci toplumlara ise İskandinav toplumlarını örnek göstermektedir.
Triandis’e göre aynı iktidar ilişkileri sistematiği dikey ve yatay kolektivizmde de mevcuttur. Yatay kolektivizm eşitlikçi, dikey kolektivizm ise hiyerarşik bir sistemi içerir. Yatay kolektivizmde, kişi ait olduğu grubun diğer tüm üyeleriyle eşit ilişkiler içindedir. Diğer topluluk grup üyeleriyle özen ve işbirliğine dayalı ilişkiler öne çıkar. Dikey kolektivist toplumlardaysa, kişinin ait olduğu grubun içinde hiyerarşik bir iktidar ilişkisi mevcuttur. Burada gruba hizmet ve grup için fedakârlık motifleri öne çıkar. Triandis yatay kolektivizme İsrail’deki kibbutzları, dikey kolektivizme ise kırsal Çin ve Hint kültürlerini örnek gösterir.
Yaygın literatürde bireycilik bağımsız benlik kurgusuyla, kolektivizm ise yaderklilik yani dışarıdan güdülme ile özdeşleştirilir. Buna göre, bireyin özerkliği toplumdan ayrık oluşuna bağlıdır; bağlar içinde var olan bir birey, kendi kararlarını kendisi veren, irade sahibi, etkin bir birey olamaz, dışarıdan güdülür.
Bundan dolayıdır ki Çiğdem Kağıtçıbaşı, bireycilik-kolektivizm kategorileştirmesini, Batı’nın bireyci bakışını yansıtmakla eleştirir. Özerklik ve ilişkiler içinde olmanın iki temel insani ihtiyaç olduğunu ifade eder. Bir başka ifadeyle, “bir ağaç gibi tek ve hür” ve “bir orman gibi kardeşçesine yaşamak” temel insani ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlar psikolojide farklı isimlerle adlandırılmıştır. Örneğin Freud iki temel dürtüden bahseder ki bunlar “mutluluğa doğru bencil dürtü” ve “ötekilerle birleşmeye yönelik dürtü”dür.
Kağıtçıbaşı,“Çoğunluk Dünyası” olarak adlandırdığı Batı-dışı dünyanın kentli ailelerinde, “özerk-ilişkisel benlik” adını verdiği yeni bir benlik kurgusunun ortaya çıktığına işaret etmektedir. Bu ailelerde yetişen birey, hem özerktir yani irade sahibi ve etkindir hem de toplumsal ilişkiler içinde var olur. Bu benlik kurgusu, özerklik ve ilişkiler içinde yaşama ihtiyaçlarının “diyalektik bir sentezidir”. İlişkisellik, toplumsal sorumluluk ve işbirliğini, özerklik ise karar verme ve uygulama yetisine sahip etkin bireyi öngörür.
Benlik aile içinde şekillenmektedir. Birey gelişim sürecinde toplumla aile üzerinden ilişki kurmaktadır. Kağıtçıbaşı, özerk-ilişkisel benlik kurgusunu üçlü aile değişim modelinin içinde tanımlar ve dünyada halihazırda mevcut olan üç temel aile modelinden ve bu aile kurumları içinde yetişen üç farklı benlik tipinden bahseder: karşılıklı bağımlılık modeli, bağımsızlık modeli ve psikolojik/duygusal karşılıklı bağıntılılık modeli.
Geleneksel tarım toplumunda yaygın olarak görülen “karşılıklı bağımlılık modeli”nde, aile içindeki kuşaklar arasında maddi boyutta birbirine bağımlılık vardır. Bu da çocuğa atfedilen ekonomik değeri artırır. Çocuk, yaşlılık güvencesi olarak görülür; evlatlar ömürleri boyunca aileye maddi katkılarda bulunur ve ana-babalarına yaşlılıklarında maddi güvence sağlarlar. Bu aile modelinde, çocuğun ekonomik fayda açısından değeri aile için önemlidir ve bundan dolayıdır ki yüksek doğurganlık vardır. Aynı zamanda erkek evlada daha fazla değer verilir ve kadının aile içindeki statüsü düşüktür. Bu aile modelinde çocuk yetiştirmede otoriterlik ve itaat öne çıkar. Aile, çocuğa bağımsız değil, tersine bağımlı kılmaya yönelik bir eğitim verir. Ve böylesi bir aile modelinde yetişen birey, doğal olarak ilişkiseldir ama özerk değildir. Yaderkli olarak da adlandırılabilecek bir şekilde dış otoriteye bağımlıdır.
Batılı orta sınıf çekirdek ailede yaygın olarak görülen “bağımsızlık modeli”ndeyse, tam tersine, çocuğun bağımsızlığına ve kendine yeterliliğine değer verilir. Genel refah artışıyla birlikte çocuğa olan maddi bağımlılığın ortadan kalkmasıyla, bireyselleşme ve ayrışma sağlıklı insan gelişimi için gerekli görülür. Bağımsızlık modelinde, aile içinde kuşaklar ve kişiler arası bağımsızlık öne çıkar. Bu aile modelinde erkek evlat kayrılmaz ve çocuğun psikolojik değerine vurgu yapılır. Doğurganlığın düşük olduğu bu aile modelinde, kadınların aile içi statüsü daha yüksektir. Çocuk yetiştirmedeyse bağımsızlık ve kendine yetme ön plana çıkar. Bunun sonucu olarak da bağımsız / ayrık bir birey yetişir.
Kağıtçıbaşı, dünyanın kolektivist kültürlerinde bireycilik ve kolektivizm arasında yeni bir sentezin doğduğunu belirtir ve “psikolojik/duygusal karşılıklı bağıntılılık modeli”nin, Çoğunluk Dünyası’nın daha gelişmiş, kentli bölgelerinin tipik ailesi olduğunu savunur. Bu aile tipinde, yaşam koşullarının değişmesiyle birlikte çocuğun ekonomik değeri düşmüştür. Kentli aile için çocuk yetiştirmek maliyetlidir ve çocuğun aile ekonomisine katkısı yoktur. Çocuk artık yaşlılık güvencesi olarak da görülmemektedir. Ayrıca aile, kentsel yaşam koşullarının maliyetinin yüksekliği nedeniyle, genç evlatlarına maddi kaynak aktarımında bulunmaktadır. Çocuğun ekonomik değeri yerine psikolojik değeri ön plana çıkmıştır. Kadının aile içindeki konumu yükselmiş ve doğurganlık azalmıştır. Erkek evlat tercihi tamamen yok olmamakla birlikte azalmıştır. Çocuk yetiştirmede hem özerklik hem ebeveyn kontrolü öne çıkmıştır.
“Bağımlı aile modeli”nde, çocuk yetiştirilmesinde itaat önemlidir, çünkü itaatkâr çocuk ileride ailesine sadık bir yetişkin evlat olmaya daha yatkındır. “Bağımsız aile modeli”nde, büyümekte olan çocukta özerklik ve ayrışıklık işlevseldir, çünkü bu özellikler kendine yetebilmeyi ve kendi ayaklarının üzerinde durabilmeyi gerektirir. “Psikolojik/duygusal karşılıklı bağıntılılık modeli” ise, özerklik ve bağlar içinde yaşamayı birleştiren çocuk yetiştirme tarzıyla, diğer iki modelin sentezidir. Özerk – ilişkisel benlik kurgusu bu aile modelinde yetişmektedir. Kağıtçıbaşı, çağımızda küresel olarak bu aile modeline doğru bir evrilme yaşandığını savunmaktadır.
Sonuç olarak
“Liberal barışa alternatif, âdil, eşit ve özgür bir barış düzeni nasıl bir ben-öteki ilişkisini gerektirir?” sorusuyla yola çıktık. Liberalizmin ve neoliberalizmin insanın ve insanlar arasındaki ilişkilerin doğasına dair bazı ön kabullerini evrenselleştirme iddiasında olduğunu; eşitlik ve özgürlüğün birbiriyle uzlaşmaz idealler olarak görüldüğünü; özgürlüğün liberalizmin öne çıkardığı bireycilik ile eşitliğin ise kolektivizm ile özdeşleştirildiğini söyledim. Ben-öteki ilişkisi boyutunda dünyadaki farklı kültürlere bakmak gerektiğini önerdim. Ve bu bağlamda, yeni bir insan tipinden yani “özerk-ilişkisel benlik kurgusu”ndan bahsettim.
Bu benlik kurgusu tanıdık geliyor, değil mi? Bu birey, İstanbullu, Ankaralı, İzmirli ya da Lefkoşalı ya da Girneli bir orta sınıf ailenin çocuğu olabilir. Bu birey, Gezi Parkı’nda çadır açmış olan ya da Kaz Dağları’nda halen nöbet tutan üniversiteli bir genç olabilir. Onun için hem bireysel özerkliği ve özgürlüğü, hem de kolektif iyiye olan etik sorumlulukları önemlidir. Bu birey hem eşitliğin ve dayanışmanın, hem özgürlüğün peşinde koşar. Bu birey, yatay kolektivisttir. O, hem “bir ağaç gibi tek ve hür”, hem de “bir orman gibi kardeşçesine” bir yaşamın peşindedir. Ve o burada, bu coğrafyada yaşıyor…