BARIŞ İÇİN YENİ BİR DİL
Barış sözcüğüyle bir savaşsızlık durumunu kast edersek anlamını epey daraltmış oluruz. Hazarda ve seferde denirdi eskiden. Hazar, bir dinginlik, şiddetsizlik haliydi ama sefere de her an çıkılabilirdi. Barış sözcüğü hem çok büyülü hem de epey yıpratılmış, hatta “barış için savaş” bağlamında kirletilmiş durumda. Barışmak, öncesinde bir küslüğü, bir savaşı içeriyor. Yani bir onarma, yeniden inşa durumu bu… Her şeye rağmen sözcük kalbi sevinçle doldurup ruhu yükseklere taşıyor. Dünya tarihi boyunca sürüp giden onca yıkım ve kıyımın karşısında bütün bunların anti-tezini, karşıt durumunu oluşturan bir güzel günler, bir büyük hasret ışığı gibi durabiliyor.
Barış benim için bir şiddetten arınma durumundan öte bir çeşit Nirvana’yı işaret eden bir sözcüktür. Bir insanlık ütopyasıdır. Bir ideolojinin, bir yaşam felsefesinin adıdır. Ütopyalar belki kolay ulaşılamayacak mesafededirler ama bulundukları yerden ışıklarını yayarlar ve bize günümüzün pratiklerini iyileştirmemiz için esin verirler. Barışı bugün de deneyimlemek mümkündür o yüzden.
Hayatın içindeki her soruna bir yaklaşım biçimidir bu… Sorunları karşıdakinin duygularını, ihtiyaçlarını durumunu da dikkate alarak yaratıcı bir yumuşaklıkla çözme gayretidir.
Barış bir sonsuz uyum, bir çatışmasızlık hali midir peki? Çatışmasızlık zaten mümkün değildir; hatta değişim için gerekli olduğu bile düşünülebilir. Barış açısı, çatışmaları çözmenin yöntemini işaret eder daha çok da. Çatışmaları şiddet ile çözmektir günümüzün pratiği ve başka bir yöntem de bilinmemektedir. Barışa ulaşmanın aracı bile şiddet olarak görülebilmektedir. Genç ölülerin mezarlarının üzerine konan güvercinlerdir bugünün barış imgesi.
Şiddetin barış getirmediği ise ortadadır. Şiddetin getirebileceği tek şey düşmanlık ve yeniden şiddettir. Dünyadaki kıyımların yüzüncü yılı anılmakta ve bir bağışlanma yaşanmamaktadır. Şiddet içeren her girişim barışı ertelemektedir yalnızca.
Fiziksel şiddetin dışında sözel ve psikolojik şiddet de çatışma kültürünün önemli bir parçasıdır. Dildeki şiddet de ölümcül özellikler taşır. Ötekilere dair aşağılayıcı tanımlamalar, her türlü ayrımcılık ve görmezden gelme barış kültürünün önündeki en önemli engellerdendir.
Savaşın bir erkeklik alanı, erkek kültürünün bir parçası ve erkeklerin aktif rol aldığı bir durum olduğunu düşünürsek kadınların bunun karşısında duruşunun çok daha kolay sağlanabilir olduğunu varsayabiliriz.
Kadınların resmi görüşmelerde olmasa bile tabandaki barış çalışmalarında çok daha etkin olmalarının bir nedeni de iktidarda olmamaları ve biyolojik, tarihsel nedenlerle güç savaşının dışında kalmalarıdır. Barış antlaşmalarının imzalanamamasının bir nedeni çatışan ve birbirini dışlayan politik pozisyonlardır. Çoğu zaman tamamı erkeklerden oluşan bu heyetler ‘barış görüşmeleri’ni bir boks ringine çevirmekte, kendi taraflarının politik pozisyonları adına kavga vermekte, bir satranç masasındaymış gibi hamleler yapmaktadırlar.
Tarihsel ve gündelik hayat pratiğine ilişkin nedenlerle pozisyonlar değil de onları doğuran ihtiyaçlar, korkular, tarihsel travmalar ve kaygılar düzeyinde düşünmeye eğilimli kadınlar bu paradigmanın değişmesine hizmet edebilirler. Birbiriyle çatışan, birbirini dışlayan iki pozisyonun el sıkışamayacağı ortadadır. Bu iki farklı pozisyonu doğuran ihtiyaçlar, kaygılar ve korkular dikkate alındığında her iki tarafı tatmin edecek yeni bir pozisyon oluşturulabilir. Pozisyonda diretmek yerine yaratıcı seçeneklere yönelmek barışın önünü açabilecektir.
Çatışmanın dili ve kavramları ile barış kurmak mümkün değildir. Yeni bir dilin inşasında devreye girer şairler. Bu ölümcül dili ters yüz ederler. Resmi kolektif belleğe karşı illegal belleği devreye sokarlar. Çatışmalı ülkelerin şahin politikacıları en çok da şairlerden ürkerler bu yüzden. Hele de şair kadınlardan…