Barış taklidi yaptırdığınız ada!
“Oyuncak” değil çocuk, “mühimmat” onlar!
Pek “mühim” bir işlevi var.
Öldürüyor!
* * *
“Barış ve Özgürlük Bayramı” diyordunuz değil mi?
Biz “barış yok, ateşkes var” derken…
Askersiz bir ada özlemi size “romantik bir düş” gibi geliyordu.
Silahsız…
Mevzisiz…
Mermisiz…
…
“Askersiz” sevmediniz mi?
Çocukların patladığı bir ada verelim.
…
Savaş koşullarında ölmek için illaki düşmana ihtiyaç yok.
Bir adaya “asker” yığılmışsa, “atış alanları” varsa halen, hem de yerleşim yerlerinin arasında…
Kaçamazsınız.
Batsın topunuz, tüfeğiniz, silahınız…
Tek bir çocuk dahi ölüyorsa bu yüzden…
* * *
“Vicdani Ret”çileri yargılıyoruz halen…
Oysa…
Tek bir genç var mı acaba, vicdanında, bu mecburi savaş talimi ve askerliği reddetmeyen?
Tek bir ana baba var mı, evladını “gönüllü” askere gönderen?
Öyle olsa “mecburi” demezlerdi.
Vicdanlar toplu olarak reddediyor da…
Kimileri daha cesur…
Tek farkı bu!
* * *
Bir bomba patladı.
Ölüm küçük bir çocuğun parmaklarında uyandı.
Kimileri halen uykuda…
Para kazanırken, bir yurt kayboluyorsa eğer…
“Sermaye düşmanı mısın” dedi, bir dostum.
Bu kelime çok çirkin geliyor.
Birilerini eleştirmek, farklı düşünmek, sorgulamak niye “düşmanlık” olsun?
Hani şairin sözüyle “düşünen insana düşman”dan korkmak gerekiyor.
* * *
Bir başkasının kötülüğünü istemiyorum.
Tam aksine, iyiliğini istiyorum bu yurdun…
Bunu isterken de kişisel bir çıkarım, hırsım, talebim yok.
O nedenle de diyorum ki, izin veriniz biraz nefes alalım.
Biliyorum, binaya doyamadık ama en acil ihtiyacımız bu değil.
Kent ve çocuk parklarına, yürüyüş ve bisiklet yollarına, arabaların işgal etmeyeceği kaldırımlara, betonla kirletilmemiş derelere, nehirlere, göletlere, hepimizin özgürce erişebileceği sahillere ihtiyacımız var.
Bunun için kimi kısıtlar olmalı, kimi standartlar, kimi düzenlemeler.
Hayatın tek odağı “para kazanmak” değil a dostlar!
Para kazanırken, bir yurt kayboluyorsa eğer…
* * *
“Öyle de arazimizin kıymeti ne olacak, kendi malıma yatırım yapamayacak mıyım” lafları.
Meğerse “mülkiyet aşkı” ne kadar yüksekmiş öyle (!)
İyi de bu “hassasiyet” çok fazla ikiyüzlü değil mi?
Yüzde sekseni “savaş ganimeti” bir toprak üzerinde hayatı boyunca “mülkiyet hakkı”na hiç saygı duymamış bir kitle, şimdi, nasıl da çırpınıyor.
* * *
Bu ülkenin yatırıma, yatırımcıya, gelişmeye ihtiyacı vardır.
Planlı yatırıma, çevreye saygılı gelişmeye, tarihe ve kentlere duyarlı bir büyümeye…
Ve çok acil yağmurla buluşacak toprağa, doğayı teneffüs edecek insana ihtiyacı var bu ülkenin…
Hep birlikte “yatırım” yapacağız, önce insana, doğaya ve geleceğe!
Ne yaparsan yap!
617 lira “ruhsat” parası verdim, hani “deyirmi” dediklerine…
İçime oturdu.
Niye?
Çünkü bu para gidecek ve “genel bütçe”ye düşecek.
Oradan da yeri belli!
Tamam bizim ev de sebepleniyor …
Ama mesela yollar tamir edilmiyor.
İki hafta önce makinistim uyarmıştı, “Bu lastikleri değişmemiz lazım” diye…
Öyle de oldu.
Geçen yıl da film aynıydı, evvelki de…
…
Bu ülkede “kıdemli” bir özel sektör çalışanı 3 bin 500 liraya “iyi maaş” gözüyle bakar.
Kıdemli dediğim de 15, 20 senenin üzerinde bir çalışandır.
Uçurum büyüyor, makas genişliyor, ancak gerçek yoksula ve yoksuna halen empati yapılmıyor.
O “genel bütçe”ye düşen paralar, yine de kimseyi memnun etmiyor.
Kamusal hizmette “güler yüz” olsa diyorum, en azından…
Biraz aşk olsa, işini yaparken…
Teselli verecek…
Dokun, eğer yanacaksan yan!
Ülkede yeni, yaratıcı, güzel işler yapılıyor.
“İyi insanlar” diyorsunuz, “Temiz insanlar…”
“Bilgili, kültürlü, dürüst insanlar” diyorsunuz.
Ama bir sorun var.
Yeni işler yapılırken, can yakıcı sorunların etrafından dolaşılıyor.
Ne mi anlatmak istiyorum?
Örneğin BRT.
Tam da “aynası” kamunun!
* * *
Son dönemde bir hareket var, gözle görülüyor.
Sabah yayınlarında ülkenin dört bir yanından canlı bağlantılar, Meclis’in bahçesinden röportajlar, çok daha fazla ses, söz, görüntü…
En son TRT Müdürü’yle de görüşmüş, BRT’nin yeni müdürü sevgili Aysu…
Çok önemli çünkü son senelerde dondurulan ilişkiler var.
Peki sıkıntı nerede?
En başta anlattım, ülkenin aynası gibi!
Yaratıcı işler yapmak, yenilikler yaratmak, çok daha demokratik ve özgürlükçü adımlar atmak yönünde ciddi bir irade var.
Ama bir de “görmezden gelinen” sorunlar!
“Ateşe dokunma, yanarsın” mantığı…
* * *
Bir paylaşım gördüm, tüm bunları yazmak istedim.
BRT’de mesai için “parmak izi” sistemi kurulmuş.
O makine parmağın izini kaydetse de, adaletin ve vicdanın ölçüsünü saptayamıyor!
İşte size teknoloji!
Ama işe yaramıyor.
Yönetimde sendikanın temsilcisi var, gazetecilerin temsilcisi var, askerin dahi temsilcisi var.
Ülkede ne kadar günah varsa siyaset kurumunun boynuna asılıyor ya…
Peki bu katılımcı yönetimler ne yapıyor?
Örneğin son 4 senede kuruma hiç uğramadan maaş alanlar var.
“Hiç” kelimesi rastgele değil, maaş da bankaya yatıyor ya!
Kuruma uğrayan ama “iş” ya da “amir” beğenmeyenleri de ayrıca biliyoruz.
Her daim birileriyle “kavgalı” halde kendini “pasifize” etmek de ayrı bir statüye dönüştü.
Bir de “ikinci iş” yapmayanı neredeyse alnından çakacaklar!
İşte o nedenle kendini “aptal” hissediyor gerçekten üreten, alın teriyle kazanan, yasa ve tüzüklere saygı duyan insanlar…
“Dokunma yanarsın” dediklerimiz yakıyor içimizdeki adalet duygusunu, eşitliği, umudu…
Nerede olursa olsunlar, onlara kimseler dokunmuyor.