1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Barış Üstüne
Barış Üstüne

Barış Üstüne

Pembe Behçetoğulları: Herkes bilir; Kıbrıslıtürklere özgü bir “nasılsın” deme biçimimiz vardır: “Napan, tamamsın?” “Tamamsın?” diye sormak, “iyi misin?” diye sormak demektir

A+A-

 

 

 

 

Pembe Behçetoğulları

[email protected]

 

 

 

Herkes bilir; Kıbrıslıtürklere özgü bir “nasılsın” deme biçimimiz vardır: “Napan, tamamsın?” “Tamamsın?” diye sormak, “iyi misin?” diye sormak demektir. İyi olmak tamam olmaktır yani; tamam olmak nedir? Eksik olmamak..? İnsan ne zaman/nasıl eksik olur? Eksik-li olduğu zaman..? Huzursuz olduğu zaman..? Etrafı huzursuzlukla sarmalandığı zaman..? Sıhhati iyi olmadığı zaman, etrafındakilerin sıhhati iyi olmadığı zaman, kendini tam ve bütün hissetmediği zaman..? Ne zaman?

 

Bir: Huzursuzluk ‘bolluk’ simülasyonunda görünmez hale gelince?..

Sanırım insan, yani kişi kendi hayatında onu kendiyle olan ‘barış’ından alıkoyan şeyleri –tam olarak bilemese de- sezebilir. Gerçi insan hep yoldadır, ve kendini de tümüyle ‘bilebilmesi’, kendiyle tam anlamıyla ‘barışık’ olabilmesi elbette mümkün değildir. Yaşamak hep biraz huzursuz, hep biraz kaygılıdır. Biraz huzursuzluk, biraz kaygı şüphesiz iyidir. Ancak o ‘biraz’ artınca, var oluşun tüm alanlarını kaplar hale gelince, her an huzursuzluk, her an kaygı varsa, ne o insan, ne de o insanın etrafındakiler rahat edebilir. Hep diken üstündedirler. Bu iyi bir hayata çıkmaz. İşte o zaman, insanın kendini tanımasından, kendiyle ‘barışması’nın gerekliliğinden söz edilebilir.

Bazen de tersi olur; kişi huzursuzluğunu ya tanımaz, hatta kabul etmez; ya da tanımlayamaz. Ya hep ‘tamamdır’, herşey hep ‘iyidir’; ya da sorunu tanımlamak için baktığı yer yanlıştır. Kişisel olan toplumsal olduğu ve bunları birbirinden ayırmak, koparmak da Hakkı Abi’nin deyimiyle zinhar mümkün olmadığı için, yeni bir ev sahibi olursa huzursuzluğunun yatışacağını, mutlu olacağını düşünür; ya da daha fazla kazanırsa, ya da yeni açılan mekanlara akarsa, daha çok aranan bir kişi olursa, ya da daha çok kız ona hayran olursa, ya da ya da... Huzursuzluğun asfaltta ölü hayvancıklar olduğunu düşünmez. Huzursuzluğun yolda karşıdan karşıya geçerken bir arabanın altında kalan küçücük bir beden olduğunu düşünmez. Bu haberlerin gazete sayfalarını kapattığı an hafızaların da kilitli köşelerine atıldığını zanneder. Huzursuzluğunun başkalarının huzursuzluğundan, eksik-li halinin başkalarının eksik-li halinden bulaştığını bir türlü düşünmez. O yüzden almak, almak, sahip olmak ister; her gün daha çok, daha çok!..

 

 

 

İki: Barış, sevgiyle alakalı bir kavram olmaktan çıkınca?..

Kıbrıslıtürk-kişi huzursuzluğunu bastırabilmek ve bu ‘çılgınlığın ortasında’ aslında iyi bir hayat sürdüğünü kendine göstermek isteye-dursun, toplumlararası görüşmeler çökmüş, kimsede bu işin çözüleceğine dair inanç kalmamıştır. Kişi gene de mutlu olmaya çalışmaktan geri duramaz; hatta belki buna daha da çok bağlanır. ‘Toplumsal olan başka bahara kaldı belki ama kişisel mutluluğumu yakalayacağım’ diye düşünür, uğraşır, didinir. Daha iyi bir hayat, daha huzurlu ilişkiler, çocuğuna iyi bir gelecek için uğraşır durur. Orta üst sınıf Kıbrıslıtürk çocuğunu yurtdışına gönderir. Şükür ki Avrupa’nın kapıları artık çocuğuna açıktır. Ben eğer ‘doğru bir hayat’ yaşarsam, çocuğum da iyi bir gelecek sahibi olabilir diye düşünür. Çünkü çocuğunu sever!

Yeni siteler yapar, alarmlarla korur o siteleri, şehrin dışına taşar, komşusunun kendine benzediği sitelere. Daha çok güvenlik olursa huzursuz ülkenin kargaşası ona ulaşamaz diye düşünür. O kargaşa en fazla gazete sayfalarından girebilir duvarlarının içine; o da öteki’nin trajedisi olarak: Eskiden Türkiye gazetelerinin 3ncü sayfalarını süsleyen haberler, bir bakmış ki Kıbrıs Türk gazetelerinin baş sayfalarını kaplamaya başlamış. Tarih 1 Eylül 2012, Kıbrıs Postası:

 

“Mağusa bugün güne sabah saatlerinde yaşanan cinayet ile başladı. Showteks adlı iş yeri direktörü 45 yaşındaki İmrane Sapmaz, iş yerinde eski kocası 48 yaşındaki Mehmet Arpacı tarafından av tüfeği ile vurularak öldürüldü, ardından da olay yerinde kendi öldü.”[i]

 

Gazeteyi okurken söylenir; komşuyla kahve içerken ona mırıldanır: “Hep uzak olduğumuz bu tip olayları eskiden yabancı kanallardan izlerken şu an her an kendi ülkemizde yaşıyor olmamızın bir toplum sorunu haline geldiğini belirten vatandaşlar…”[ii] Aynı şekilde yaşamaya devam eder. Bu arada Lefkoşa şehri çöp şehir olmuş, Mağusa şehriyle bok’lu sular buluşmuş, Karpaz’da doğa yeniden asfaltlanmak için alt üst edilmiştir. Mustafa’cık öleli çok olmuş, yollarda biçilen çocuk/genç/ihtiyar sayısı her gün artmıştır. Ha, unutmadan, herkesin bir komşusu, bir akrabası, bir arkadaşının abeveyni kanser olmuştur. Sebzelerin mevsimleri kalmamış, domates yıl 12 ay yenir olalı çok olmuştur. Şükürler olsun ki savaş yoktur, şükürler olsun ki, her gün savaşta insan ölmemektedir. Savaş yoktur! Ölenler savaşta değil, şükürler olsun ki barışta ölmektedir. Daha çok ölmektedir. Şükürler olsun ki, savaştan sonra devletimizi kurduk, şükürler olsun ki devletimiz yediğimizi, içtiğimizi, boklu suyun içme suyuna karışmasını, bacaların şehirleri, bizi zehirlemesini “denetlemekte ve önlemektedir”.

 

 

 

Üç: Ayrıcalıkları ve iltiması reddetmek yerine hak sayıp, öteki’ni tanımayınca?..

Şükürler olsun ki, kriminal olaylar öteki’nin arızasıdır. Az önceki haberde yazdığı gibi tastamam: Kriminal olaylar artmış, her yanını sarmış, ‘biz’i tanınmaz hale sokmuştur. Okullarınızı ayırdınız, hastanelerinizi ayırdınız, ve mahallelerinizi ayırdınız. Öteki’ndeki arızanın çocuğunda izini görmek istemiyorsun... Yanındakinin trajedisi sen korunduğun zaman senden uzaklaşmıyor oysa ki –ne kadar çok ‘yok sayarsan’, kendini tanıman o kadar güçleşir. Oysa sen sandığın şey değilsin ki! Sen bağımsız sanıyorken kendini, sonuna kadar bağımlısın... Sen Avrupalı sanıyorken kendini aynı zamanda değilsin, biliyorsun! Sen ‘modern’ sanarken kendini ‘töre’ Dereboyu’nda oğlan çocuklarının ‘kadını’ hakir gören dilinde, biliyorsun! Sen anaerkil görürken kendini, kadın düşmanlığı günlük hayatın tadı tuzu saydığın ‘tacizlerinde’, çocukların ve kadınların yakınları-erkekler tarafından infaz edilişinde... Ve sen bunu öteki’nin 3ncü sayfa haberleri sanırken, haber senin gazetenin baş sayfasında: Tarih 24.1.2013, Kıbrıslı:

 

“Konuyla ilgili olarak bir açıklama yapan Polis Basın Subaylığı, Ahmet Şevketoğlu’nun 1 hafta önce, eşi Aşkın Şevketoğlu’nu, ‘iki kurşunum var biri senin biri benim. Barışmazsan seni öldüreceğim’ sözleriyle tehdit ettiğini bildirmişti. Olayın üzerine polise başvuran Aşkın Şevketoğlu ve ailesi, Ahmet Şevketoğlu’nun Aşkın Şevketoğlu’nu trafikte oldukları esnada tehdit ettiklerini bildirmişti.”[iii]

 

“Yaşanan birçok olayın ardından Ahmet Şevketoğlu’nun, yine de eşi Aşkın Şevketoğlu’ndan boşanmak istemediği öğrenildi. Dün sabah aniden cinnet geçiren Ahmet Şevketoğlu, sinirine hakim olamadı ve eşinin yaşadığı eve giderek bir kurşun eşinin, bir kurşun da kendi başına sıkarak hayatını sona erdirdi. Olay esnasında Şevketoğlu çiftinin çocuklarının evde bulundukları ifade edildi.”[iv]

 

 

Dört: Dünya Tasavvurunu Gerçekleştirecek bir Merkezi Yoksa?..

Biz tamam değiliz. Eksik-liyiz... Tüm ömrünü doğduğu yerde geçirmek isteyen, doğduğu yerde ölmek isteyen insanların huzuru yok içimizde/etrafımızda. Ya da ömrü sevdiklerinden uzakta geçen ancak yaptığı şeyi yapmaktan başka birşey istemeyen, çektiği hasrete rağmen yaşamından hoşnut olan insanların huzuru... İçimizde boş bir yer var; bomboş! İnsanın var oluş hali olarak eksiklikle damgalanmışlığı değil bu. Malum; hepimiz o büyük eksikliğin peşinde sürdürüyoruz yaşantımızı ve ölene dek bizi yolda tutan da bu eksiklik duygusu olacak... Ama bizim deneyimlediğimiz şey bundan biraz fazla, biraz farklı diye düşünüyorum.

İnsan kendinin merkezidir ve öteki’lerle sürekli bir alışveriş içinde yaşar, gider. Ancak öyle huzurlu olabilir; “uygarlığın huzursuzluğu” (Freud) baki kalmak üzere! Merkezi kayar bazen, yerinden oynar, öyle çakılmış bir kazık gibi sabit değildir. Ama bir merkezi olmazsa sürekli huzursuzdur. Üstelik en başta söylediğim gibi tanımlayamadığı, adını koyamadığı bir haldir bu. Toplumlar için de benzerdir durum bence; toplumlar da kendinin merkezi olmak durumundadır. Kendi kurallarını koyabilen, kurallarını işletirken dünya ile alışverişini koparmayan, kendine-yeterli ama öteki’lerle ilişkili bir ‘gerçeklik tasavvuru’ ve bu tasavvurun hayata geçmesinin yöntemlerini oluşturan bir toplumsal iradeyi gereksinir her toplum.

 

 

 

Bu haber toplam 1102 defa okunmuştur