Barışı Arayan Ada
BM gündemine bir sorun olarak gelmesi altmış yıl öncesine rastlar. 1954 yılında Yunanistan “Kıbrıs halkının self-determinasyon hakkını kullanması” için Kıbrıs Sorununu BM’ye taşımıştı. İki toplumun etnik şiddet sarmalına sürüklenerek adanın bir yangın yerine dönmesi elli yıl önce yaşandı. Bir darbe ve savaşla ülkenin çanak gibi ikiye bölünmesinin üzerinden ise tam kırk yıl geçti. Evet, Kıbrıs adası yarım yüzyıldan daha uzun bir süreden beri etnik çatışma, göç ve savaş kavramalarıyla anılıyor ve Kıbrıs Sorunu modern dünyanın en eski sorunlarından biri olarak adlandırılıyor. Sorunun başlangıcında toplumlar arasında oluşan “amaç uyuşmazlığı” vardır. Etnik şiddete sürükleyen sürecin bir ucunda Kıbrıs Rum toplumunun Enosis politikasında ifadesini bulan özgürlük talebi, diğer ucunda da Kıbrıslı Türklerin Enosisi yok oluşlarıyla bir tutmaları, yani korku vardı. Başka türlü söylersek, iki toplum arasında derin bir “amaç uyuşmazlığı” ve günümüze kadar devam eden “statü kavgası” söz konusudur.
1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti etnik şiddete son vermediği gibi iki toplumu daha keskin bir biçimde karşı karşıya getirdi. Kıbrıs Rum toplumu “haksız yere statü kaybına uğradığını” düşünerek Kıbrıs Türk toplumuna karşı hınç beslemeye başladı. Kıbrıslı Türkler ilk defa bu dönemde gerçek anlamda “öteki” olarak algılanır oldular ve Kıbrıs Rum toplumunun self-determinasyon-Enosis talebini “engelleyen taraf” olarak görüldüklerinden, Kıbrıslı Rumların öfkesinin nesnesi oldular. Kıbrıs Türk liderliği ise Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs anayasasına kazınan “statü-yükselmesini” (azınlıktan siyasi eşit topluma geçişi) toplumların entegresyonu yönünde değil, ayrılığın pekiştirilmesi yönünde kullanmaya gayret ediyordu. Barış içinde bir arada yaşamayı Kıbrıs Türk toplumunun “yok oluşuyla” bir tutuyor, cumhuriyete rağmen iki ayrı “etnik getto” yaratmaya çalışıyor ve ayrı bir Türk devleti fikri ile flört ediyordu. Böyle bir ortamda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uzun ömürlü olması imkânsızdı. Nitekim çok geçmeden amaç uyuşmazlığından kaynaklı statü kavgaları yeniden başladı. 21 Aralık 1963 tarihinden 1967 yılının sonuna kadar şiddete başvurularak sürdürülen “statü kavgası” Kıbrıs Rum toplumunun üstünlüğüyle son buldu. Kıbrıs Rum toplumu bu süreçte Kıbrıs Cumhuriyeti devleti ile özdeşleşirken, Kıbrıslı Türkler statü kaybına uğrayarak “devletsiz bir topluma” dönüştü. 1960’lı yıllara etnik gruplar arası çatışmalar ve Kıbrıs Rum toplumunda baş gösteren iç-savaş damgasını vurdu. Bu çalkantılı dönem 1974 yılında önce Yunan Darbesi, ardından da Türk Müdahalesi sonucunda adanın coğrafi olarak ikiye bölünmesiyle noktalandı. Kıbrıslı Türkler adanın kuzeyine göçerken Kıbrıslı Rumlar adanın güneyinde toplanmaya zorlandı ve ülke nüfusunun üçte biri kendi ülkesinde mülteci oldu. Türk ordusunun silah zoruyla dayattığı yeni statü yeni bir Hınç ve Husumet döneminin başlamasına yol açtı. 1974’ten sonrasında eller silaha uzanmadıysa da Statü Kavgası bütün şiddetiyle devam etti.
Günümüz Kıbrıs’ı bir barış adası olmaktan uzaktır. Savaş ve barış arasında salınan ve büyük tehlikelere gebe olan bir ülkedir.
Barışı arayan adanın yukarıda özetlediğimiz çatışma tarihine baktığımız zaman ilk bakışta belki pek umutlu olamıyoruz ama tabloya daha yakından baktığımız zaman barış umutlarımızın yeşermesi için geçerli nedenlerin olduğunu görebiliriz. “Doğal Gaz” gibi geçici, konjonktürel ve “dünyevi” şeylerden söz etmiyorum. Tarihsel süreç içinde gelişen ve toplumları birbirine düşüren Amaç Uyuşmazlığı ve Statü Kavgalarının sona erdiğini kast ediyorum. Artık federal bir devlet çatısı altında iki toplumun eşit statüde birlikte yaşaması bütün tarafların benimsediği ortak bir amaç olarak şekillenmiştir. Böylece, sorunun “tarihsel” boyutu, yani amaç uyuşmazlığı sona ermiştir. Şimdi önemli olan ortak amaç doğrultusunda geleceği kurmaktır. Bu da Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin barış yapabilme yeteneklerine bağlıdır. Karl Marks’ın lafıdır: hakikatin (Tarihin) düşünceye yönelmesi yetmez, düşüncenin de hakikate yönelmesi gerekiyor. Tarihin önümüze koyduğu perspektife yönelip yönelmemek bizim elimizdedir. Şurası kesindir: iki toplum da “barış sınavına” girme arifesindedir. Hazırlığımızı iyi yapıp barış sınavını başaracak mıyız, yoksa “çakıp” Kıbrıs Sorununun ömrünü uzatmaya devam mı edeceğiz? Soru budur…