Barış’ı Kendi Ellerimizle Sürgün Ettik!..
Bu ıslak, karanlık, gürültülü ve onca sevincin yitip gittiği dünyada bizler, zeytin dalı/yaprağı arıyoruz. Akdeniz’in tragedyaları bir zamanlar umut ve umutsuzluk arasına sıkışıp kalan ülkelerinde tüm sorumluluğu Tanrılara kafa tutan Prometheus̵
(Girne, Ağustos 2011)
Bu ıslak, karanlık, gürültülü ve onca sevincin yitip gittiği dünyada bizler, zeytin dalı/yaprağı arıyoruz. Akdeniz’in tragedyaları bir zamanlar umut ve umutsuzluk arasına sıkışıp kalan ülkelerinde tüm sorumluluğu Tanrılara kafa tutan Prometheus’a yüklememişler miydi? Bugünse görüyorum ki, Zeytin Ağaçları’nın yerlerini kaplayan acı dolu beton yığmalarında hüznün sözcüklerine sığınan traji-komik bir tiyatro oynanıyor. Kavafis “Aldırmadan, acımadan, utanmadan kocaman, yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.” diyor. Sessiz sedasız dört yanımıza örülen, ne gürültüsünü ne de sesini duyduğumuz örücülerle kapatılan dünyamızdan bir çıkış yolu arayalım. Geç mi kaldık? Yoksa çok erken mi gelmişti örücüler! Her şey bir anda olup bittiğinde, nasıl da görmedik olanları? Özgürlük kuşun kanadında diyerek geçen günlerde, aslında başımıza boca edilen esaretle, her ne kadar herkes özgür ve barış içinde yaşıyor görünse de, duvarlar arasına hapsedilen küçücük bir adada neler yaşandığını bilemedik, görmezden geldik. Belki de bildik. Haksızlık etmemek gerek bazen yaşanılan coğrafyaya ve zamanın size sunduğu sürecin kolları arasındaki sıkışmışlığınıza… Yoksa en büyük haksızlığı, “bir adada doğmak sorundur!” diyerek, hayat ve umudun küçük kanat çırpınışlarını görmezden gelerek mi, yaptık bu küçük dünyamıza? Her ne kadar dünya kapılarını bize kapatmış olsa da, umut her an yanımızda. “Bana umuttan bahsetme!” diyenler oluyor son zamanlarda… Umut yoksa gelecek de yoktur! Bunu biliyor muyuz? Gelecek yoksa barıştan söz etmek ne kadar doğru? Bugünde yaşayıp, geleceğe bakıyor yönüm ve fakat geçmişe bağımlı bir yazgı kemiriyorsa beynimi?! Bizler için başka yerde rahat yok! Coğrafyanın genetiğine sızan acılarımızla, tehlikelere göğüs germekten başka çaremiz yok!
Bizler savaş çocuklarıyız!
Suçlu ne Aphrodite olmalı, ne de Prometheus! Tanrılardan çalınan ateş hala yanmakta! Orada bir yerlerde denizin köpükleri arasından sirenler şarkılarını bizleri şaşırtmak için değil, doğru yolu bulmamız adına, çığlık çığlığa hırçın dalgalara dönüşen bedenlerinden denizin tuza kesmiş köpüklerine söylemekte! Ruhlarında hep var olan, ama bir şekilde pusuya yatmış, sinmiş hatta sindirilmiş ama yine de özgür ruhun tragedyalarını okumakta! Ben duydum, sen duydun; belki o da duyacak! Asıl amaç, şüphesiz, bu hayaller salınımında yakıcı bir alev topuna dönüşüp, bir şeylerin değişimi için harekete geçmekten ibaret belki de! Camus der ki, “sanatçı için, kavganın en şiddetlisinden başka yerde rahat yoktur.” Demek ki “dünyayı, gün gelecek sanat kurtaracak!” Demek ki, “sanata olan inanç hala diri durmakta!” Demek ki “hiç şüphe duyulmamalı hayallerden” ve sonuçta demek ki “siyasetin hayal gücünün gölgelerinden, sanatın hayal gücünün ışığına doğru akmalı akıl!”
Bir soru: “savaşın yaşandığı coğrafyalarda ve süre gelen zamanında, sanat yapmanın olasılığı var mıdır?”
“Dünyayı sanat kurtaracak!” derken yine Camus’ya toslamak gibi bir niyetimin olduğunun, sözcükleri toparlarken farkına vardım: “Gerçek sanatçılar politika şampiyonu olamazlar!” Neden? Bu soru her ne kadar bazen kendi anlamı içinde hapsolup “bazen nedensizdir!” gibi farklı bir cevabın yollarında kendini bulsa da, “Tehlikelere Göğüs Germekten Başka Çaremiz Yok” sergisinde yedi genç sanatçı, bana, dünyanın/yaşamın ölümüne duygusuz, kayıtsız, umarsız ve de acımasız kalamayacak bir “zamanın” peşinden gittikleri duygusunu yaşattı. Sanatçı mı yaşamdan yanadır, yaşam mı sanatçıdan yana? Hüseyin Arıcı, Zekiye Büyükdağ, Sultan Burcu Demir, Tuba Merdeşe, Fırat Kırmızıgül, Emrah Lale ve Ali Şentürk yargı, zaman (vakit), yol ve dünya ve savaş ve doğa ve de tehditler üzerine yoğunlaştıkları temalarında, dünyadan ve yaşamdan yana bir tavır sergiliyorlar. Yaşama ve zamana odaklı genç sanatçılar, farklı malzeme denemeleri üzerinde gerçekleştirdikleri çalışmalarında, heykelin dünya için bir tehdit oluşturup, oluşturmadığını sorguluyorlar. Bu noktada Toby Clark’ı hatırlamak gerek. Ne demişti: “Bir savaş nasıl hatırlanmalıdır?” Sorunun yanıtı tarihin çehresinde ifade biçimini ve kamusal alan sunumunu karşı karşıya getirerek özellikle anıt-heykel uygulamalarında çelişkili tartışmalara neden olmuştur. Tartışmalar ülkemiz bağlamında düşünüldüğünde, hala daha da devam etmektedir. “Tehlikelere Göğüs Germekten Başka Çaremiz Yok” sergisi “savaş” ve “barış” gibi iki farklı sözcüğü bir araya getirmektedir. Bu durum, keder ve mutluluğa dayalı, çelişkili bir ruh çemberinin içine çekilip bir dehlizin kaosunda kaybolmamıza sebebiyet verebilir. Dehlizden çıkabilmenin en akılcı yolu, bu genç sanatçıların bizlere savaşın ne olduğunu anımsatıp, aslında dünyada ve yaşamda barışın var olması gerekliliğinin altını çizmeleridir.
Düşüncelerimdeki ana başlık korkulardan yana ağır basıyor. Kendi kendime tekrarladığım bir cümlem var: “Bugünün dünyasından çok korkuyorum!” diğer bir deyişle “savaştan korkuyorum!”. Savaşlar özellikle I. ve II. Dünya Savaşları gibi yıkımın büyük boyutta yaşandığı ve sonrasında da dünya dengelerinin kazanmak, zafer elde etmek ve bu bağlamda “kapital krallığında” bir dünya gücü olma anlamında yaşanan süreç, derin etkiler bırakmış, bırakmakta ve bırakacak…Hüseyin Arıcı, Zekiye Büyükdağ, Sultan Burcu Demir, Tuba Merdeşe, Fırat Kırmızıgül, Emrah Lale ve Ali Şentürk’ün işlerinde yakaladıkları ortak dildeki ana kelime, “zaman” olarak görülebilmektedir. Bu zaman dünyanın bugünkü çehresine sinen korku bulutlarının yaşanan savaşlarda, öldürülen insanların, ölen bedenlerin ve çoğunlukla ismi sonsuzluğa doğru savrulan bir yığın dünya insanının varlığını duyumsatarak, Barış’ın bugünün dünyasında “nerede?” olduğu gibi önemli bir soruya pencere açıyor. Din savaşları mı? Dil savaşları mı? Sanat ise dilsizdir! Hata diller üstüdür!
Bir zamanlar güzelliği sürgüne gönderen tavırlara karşılık, bugünün insanı da Barış’ı kendi elleriyle sürgüne mi göndermiştir?
Prometheus nerde? Sorduğumuz bu soruyla birlikte bir de Camus’nün sorusunu zihinlerimizden çıkarmamak gerek: “Bugünün insanı için Prometheus nedir?” Yine cevap filozoftan gelecekti: “ Tanrılara kafa tutan bu adam çağdaş insanın örneği sayılabilir?” Kaçarımız yok! Akdeniz’in köpüklerinde gezinen Afrodit’in şarkılarından… Sessizlikte bazen hüzünlü sesiyle bir soprano kadın sesine umut ve umutsuzluğun aynı karede gizlenerek bir bedene dönüştüğü yerlerde özgürlük söz konusu olabilir mi? Bu bir bakıma makinenin veya diğer bir deyişle betonun özgürlüğün yerine konarak insan bedeninin ruhun önüne geçmesi değil midir? Albert Camus der ki: “Gerçekten bugünün insanı sayısız yığınlar halinde bu daracık yeryüzünde çile dolduruyor.” Bugünün dünyasında geçmişten günümüze birçok insan öldü. Kaderiyle veya kadersizlik diyebileceğimiz coğrafyalarının içinde saklı şifreler uğruna… Ve bu uğurda ölümler olmaya, öldürülmeler yaşanmaya son hızla devam ediyor, edecek!
Böyle bir dünya sahnesinde hızla sona doğru mu gidiyoruz?
TEHLİKELERE GÖĞÜS GERMEKTEN BAŞKA ÇAREMİZ YOK!
Kaynakça:
A.Camus,Sanatçı ve Çağı, (Çev:Yıldırım Keskin) Ankara 1965.
A. Camus, Denemeler ve Bir Alman Dosta Mektuplar, (Çev: Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol), Ankara 1989.
· TEHLİKELER GÖĞÜS GERMEKTEN BAŞKA ÇAREMİZ YOK! Adlı sergi 09 Eylül tarihinde Çankaya Belediyesi Galeri Kara’da 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla gerçekleştirilecektir.