Barışı Süresiz Erteleyen Savaş
15 Temmuz 1974 sabahı saat tam 8.17’de Yunan Alayı’nda görevli Albay Georkitsis’in Yunan Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdiği mesajında yer alan üç kelime Kıbrıs tarihinin akışını değiştirecekti: “Aleksandros Hastaneye Kaldırıldı”.
“Kıbrıs’ta Darbe Başlamıştır” anlamına gelen bu şifreli mesajın anlamını Yunan Cuntası içinde çok az kişi biliyordu. Önceden kararlaştırıldığı gibi, şifreli iletişim Aleksandros’un “hastalığının seyri” üzerinden devam edecekti. Darbe istenildiği gibi giderse “Aleksandros iyi gidiyor” mesajı geçilecekti. Kötü giderse “Aleksandros’un sağlık durumu ağırlaşıyor” denilecekti.
“Aleksandros” beklenenden de hızlı “iyileşti” ve darbe geride 98 ölü bırakarak iki saat içinde amacına ulaştı. Aslında kısmen ulaştı, çünkü Yunan Genelkurmay Başkanı Bonanos’un emri “Makarios’u ya öldürün ya da yakalayın” şeklindeydi. Darbe günü Kıbrıs Radyo Yayın Kurumu Makarios’un öldüğünü duyurduysa da, darbeden kurtulmayı başaran Makarios, Baf’a kaçtı ve yerel bir radyodan Kıbrıs Rum halkına seslendikten sonra ülkeyi terk etti.
Darbe esnasında hiçbir Kıbrıslı Türk öldürülmedi. Öldürülenler, Kıbrıslı Rum askerleriyle bazı sivillerdi. Yunanlı askerlerden de birkaç kişi yaşamını yitirmişti. Net olarak söylersek, Makarios yanlısı 41 direnişçi, darbe esnasında askerlik görevini yapan 36 genç Kıbrıslı Rum, 5 Yunanlı asker ve aralarında bir çocuğun da bulunduğu 16 sivil Kıbrıslı Rum öldürülmüştü.
Türkiye başından beri 15 Temmuz darbesinin Kıbrıslı Rumların iç meselesi olmadığını, bunun Yunan Cuntası tarafından yapılan bir dış müdahale olduğunu biliyordu. Nitekim Başbakan Bülent Ecevit açıkça Yunan müdahalesinden söz ediyordu ve Garanti Antlaşmasının çiğnendiğini vurguluyordu. 15 Temmuz günü Bakanlar Kurulu toplantısından sonra yaptığı açıklamada “bu, bir Yunan müdahalesidir” diyordu ve ekliyordu: “Adadaki anayasal düzen yıkılmış, gayrimeşru bir askeri yönetim kurulmuştur. Türkiye bunu antlaşmaların ve garantilerin ihlali saymaktadır.” Ecevit, aynı gece yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra da benzer açıklamalar yaptı: “Kıbrıs’ın bağımsızlığı için hazırlanmış olan Garanti Antlaşmasının 4. maddesinin işletilmesi ve Samson düzeninin değiştirilmesi için, adada bir Türk askeri mevcudiyetinin bulundurulması gerekmektedir. Hazırlıklar başlamalıdır.”
Gerçekten de Garanti Antlaşması’nın 4. maddesi, antlaşmaların ihlali durumunda garantör ülke Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallığa tek taraflı veya birlikte harekete geçme hakkı/yükümlülüğü tanıyor ama bu hakkı/yükümlülüğü sadece bozulan düzeni yeniden kurmak amacıyla sınırlı tutuyor.
Başpiskopos Makarios 19 Temmuz Cuma günü Güvenlik Konseyi’nde yaptığı ve Cuntayı Kıbrıs’ı işgal etmekle suçladığı konuşmasını bitirdiğinde, Kıbrıs’ta saatler 22.30’u gösteriyordu. Türkiye’nin adaya müdahalesi 20 Temmuz günü sabahın erken saatlerinde başlayacaktı. Yani, Makarios’un konuşmasından tam 6-7 saat sonra…
Türkiye adaya asker çıkarırken önceden hazırlanan planlar çerçevesinde adayı ikiye bölmeyi hedefliyordu. Coğrafi bölünmeyi, Kıbrıs Rum nüfusunun zorla yerinden edilmesiyle demografik bölünme izleyecekti. Nitekim adaya “barış” getirmek istediğini söyleyen Bülent Ecevit 20 Temmuz sabahı TBMM’nin gizli oturumunda nasıl bir Kıbrıs tahayyül ettiğini şu sözlerle özetliyordu: “Kıbrıs için behemehal bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu eski statünün bir benzeri olabilir, çok değişik bir statü olabilir...”
Bülent Ecevit’in dile getirdiği görüşler, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale ederken izlediği stratejiyi bütün açıklığıyla ortaya koyuyordu. Amaç, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde bozulan anayasal düzeni tesis etmek değildi. Ankara’nın planı, etnik esasa dayalı iki ayrı hükümet kurmak ve yeni bir federal/konfederal düzen oluşturmaktı. Kısacası, 1974 öncesinde çeşitli vesilelerle önerilen ve Kıbrıs Rum tarafının şiddetle karşı çıktığı coğrafi ve demografik bölünmeye dayalı bir modeli hayata geçirmeyi murat ediyordu. Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel de TBMM’de yaptığı konuşmada askeri müdahale sayesinde ortaya çıkan fırsatı kullanarak bir “kuvvet nizamının” inşa edilmesini öneriyordu: “Bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır. Binaenaleyh, Türkiye bugün 1960 Kıbrıs Devletine hayatiyet veren anlaşmaların şartları içerisinde de kalamaz.”
Gerçekten de Türkiye’nin 1960 düzenine geri dönmeye ve anayasal düzeni yeniden tesis etmeye hiç niyeti yoktu. Öyle ki, Kliridis, Türk askerinin adaya ayak basmasından üç gün sonra, 23 Temmuz 1974 tarihinde, Rauf Denktaş’a Zürih ve Londra Antlaşmalarını olduğu gibi kabul ettiğini ve uygulamaya hazır olduğunu bildirdiğinde, Türkiye’den olumsuz yanıt aldı. Türkiye, Denktaş aracılığıyla gönderdiği cevabi mesajda şöyle diyordu: “Türk hükümeti, Kıbrıslı Rumların on yıl boyunca uygulamaktan kaçındığı ve yok saydığı Zürih-Londra Antlaşmalarına geri dönemez ve bu konuyu görüşemez.”
Türk tarafı hem birinci hem de ikinci Cenevre Görüşmelerinde bu tezinde ısrar etti Türk heyeti “ya coğrafi federasyonu dayatırız ya da savaşırız” havasındaydı. Nitekim dışişleri bakanı Turan Güneş İkinci Cenevre konferansını nasıl “yıkacağına” yoğunlaşmıştı. Dönemin Kıbrıs Masası Şefi Ecmel Barutçu’nun da itiraf ettiği gibi, “edebince bu konferansı nasıl yıkacaktı, soru buydu.”
Pek “edebiyle” olmasa da konferans “yıkıldı” ve tanklar yeniden yürümeye başladı. Türk Silahlı Kuvvetleri önceden hazırlanan plana göre seyrederek, adayı boydan boya ikiye böldü. Coğrafi bölünmeyi demografik bölünme izledi. Savaş esnasında Kıbrıslı Rumların büyük çoğunluğunun güneye kaçması sağlandığı gibi, savaştan sonra adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Rumlar da kovuldu. Adanın güneyinde kalan Kıbrıslı Türkler ise kuzeye alındı.
Türkiye, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde Garanti Antlaşması bütünüyle çiğnedi. Ne anayasal düzenin yeniden tesisi yönünde adım attı, ne de adanın toprak bütünlüğüne saygı gösterdi. Böyle olduğu halde siyasi bir çözüm bulmaya yanaşmıyordu. Kissinger, 1975 yılında Türkiye’nin bütün hedeflerine ulaştığını, geriye bunları meşrulaştırmak kaldığını söylüyordu ve bir miktar toprak verilmesinin yeterli olacağını iddia ediyordu. Fakat Türk tarafı buna yanaşmıyordu. Bunun üzerine, Kissinger Türk muhataplarına şu manidar uyarıda bulunacaktı: “Türklerin sorunu, zaferlerini nasıl değerlendireceklerini bilmemeleridir. Yunanlılar iki-bölgeli federasyonu kabul etmeye hazırdırlar. Yakın geçmişte Karamanlis bunu doğruladı. İngilizlerden iki toplum arasında dönüşümlü başkanlık sistemini ileriye götürmelerini istedim. Bununla siz Türkler özünde bütün amaçlarınıza ulaşmış olacaksınız. Sadece bir miktar -oranını tam olarak bilmiyoruz- toprak vermeniz gerekecek.”
Kissinger Türk tarafını ikna edemedi. Kıbrıs Sorunu savaştan hemen sonra milliyetçi saplantıların ve iç politika hesaplarının malzemesi haline getirildi ve o dönemde var olan çözüm fırsatları heba edildi. KKTC’nin kuruluşuyla uluslararası hukuk bir kez daha çiğnendi ve Kıbrıslı Türkler görünmeyen, hukuk dışı, statüsüz bir toplum olmaya mahkum edildi.
Geçen zaman içinde Kıbrıs’ın kuzeyi Türkiye’nin arka-bahçesine dönüşürken, yaralarını saran ve Kıbrıs Cumhuriyeti devletini tek başına yönetmekten memnun olan Kıbrıs Rum toplumu, çözüm umut ve iradesini biraz daha kaybetmiş, gün geçtikçe de kaybetmeye devam ediyor.
Ve kaybolan barış umutlarıyla birlikte Kıbrıslı Türkler biraz daha yok oluyor...