BARIŞIN GERÇEK ÜLKESİ
Yalnızca, şiirler, şarkılar, danslar, sınır tanımayan sanat yükseltebilir ruhları…
Sanat, kucaklayıp avutabilir yaralı çocuklukları…
Bana bu yersiz yurtsuzluk hali 1974’ten sonra gelmiş olmalı. Önceleri nasıldı tam olarak hatırlamıyorum ama en azından ada bir bütündü o zamanlar ve çekilmiş olan onca acıya ve onların coğrafyadaki izlerine rağmen, aidiyet duygusu büyük oranda zedelenmemişti. Önceleri, okulumuz dediğimiz yer bizim okulumuz, evimiz, kira bile olsa bizim evimizdi... O zamanlar, onu çok benimseyemesem, içinde huzur duymasam da bir yerlere "evim" diyordum hiç olmazsa... Hem kendi aile evimiz, hem de bir ev olarak ülke için geçerliydi bu...
1974’ten sonra, birden ülkemi kaybettim; aslında aile evimi de...
Çocukluktan yeni çıkmış gözlerimin yaşadığı dehşetin ardından yepyeni ve kocaman bir okulda başlamıştı eğitim. Rumlara ait simgeler çıkarılmış, yerlerine yeni simgeler konmuş, mavi beyazlar yerlerini kırmızı beyazlara bırakmıştı. Garip bir duygu vardı dersliklerde. Zaman, belleği itiyor; onu yok sayıyordu.
Kiradaki evimizden, Rumlara ait bir köydeki yeni bir eve taşınmıştık. Aslında akrabalarımızı, arkadaşlarımı da kaybetmiştim birden. 1963’te göçmen düştükten sonra, dükkândan bozma evlerde zor koşullarda yaşayan akrabalarımız, lüks Rum evlerine yerleşmişlerdi. Köyde dolaşırken, onların sanki doğduklarından beri o evlerde yaşamaktaymışlar gibi kurum kurum kurularak çiçekli balkonlarda kahve içtiklerini gözlüyordum.” Oh olsun onlara. Bize kötülük yaptılar ve ettiklerini buldular” der gibiydiler adeta.
O evlerde gezinen Rumların ruhu, sonradan gelenlerin bakışlarını ve yüz ifadelerini perdeliyordu.
Çocukluğumdan beri tanıdığım o insanları bulmak için çaresizlikle bakıyordum yüzlerine ama artık başka birileri oluvermişlerdi. Eşyalar onlara uymuyordu. Onların olamayacak koltuklarda oturup yataklarda yatıyorlar, bir zamanlar başkalarının paylaştığı sofralarda eski sahiplerinin anılarını taşıyan tabaklardan yemekler yiyorlardı. Sokaklarda, Rumlardan kalan, üstlerine tam uymayan kıyafetler giymiş insanlar dolaşıyordu. Her şeye derin bir yabancılık sinmişti. Bazı akrabalarımızın bizimle ilişkileri de farklılaşmıştı. Kendilerini bizden yoksul hissetmiyorlardı artık ve daha neler elde edebileceklerine dair havayı kokluyorlardı. Paylaşılacak çok ganimet vardı ve elbet onların payına da bir miktar düşecekti. Bunun için iktidar partisine yakın durmak önemliydi.
Ölümün geçip gittiği sokaklarda, yeni insanlar dolanıyordu artık. Eskilerin eşyaları, o eşyalara sinmiş kokuları oralardaydı. Geçmişin hayaleti gizlice hüküm sürüyordu sahiplerinin zorla uzaklaştırıldığı evlerde.
Başkalarına ait bir evde, bir Rum çocuğun odasında, içimi delip geçen acılarla, tanımlayamadığım huzursuzluklarla kıvranıyordum. Kirlilik duygusu her yanımı sarmıştı. Çocukluktan beri bana eşlik eden ürkünç yalnızlığım daha da derinleşmişti.
Kitaplarla kaçmaya çalışıyordum bu istemediğim dünyadan. Balkonda kalın gözlüklerim ve ergenlik sivilcelerimle beni başka hayatlara götüren kitaplar okurken, şık şıkırdım aile kızlarını akraba erkeklerle yürüyüşler yaparken görürdüm. Hem onların hayatlarını ulaşılmaz bulup derinden kıskanır hem de içten içe küçümserdim.
Bir zamanlar savaşın sürdüğü, bir yerlerde gömülü insanların, belki toplu mezarların bulunduğu yaralı mekânları dolanırken, hayatın daha o yaşımda bana söylemekte olduğu iç burkucu bir gerçeklikle sarsılırdım.
Bir yalanın içinde yaşıyordum sanki.
Burası neresiydi? Ben kimdim? Biz diye bir şey var mıydı gerçekten? Peki, biz kimdik?
Bizim, zafer kazanmış, mutlu olması gereken insanlar olduğumuz söyleniyordu.
Olup bitene "Mutlu Barış Harekâtı" deniyordu. Düşmanlarımız bize yaptıklarından ötürü başlarına gelenleri hak etmişlerdi. Sonunda kurtulmuştuk. Kurtarıcılarımız, muzaffer edalarla sokaklarda dolanıp bize hava atıyorlar: "Sizi biz kurtardık; bize şükran duyun" diyorlardı.
Ben ne yapabilirdim peki, içimde haykıran sesleri? Çaresiz şiir yaptım onları... Sadece kendim için; kimselere okumadan, kimselerle paylaşmadan. Sefil hayatıma bir ışık veren defterime yazdım. Günlerin ağırlıyla uyuyamadığım, dünyanın acıtan boşluğunda kendimi yapayalnız hissettiğim gecelerde gözyaşlarından kelimeler, isyanlardan dizeler yazdım.
Şöyle yazdım defterime:
ÖLÜCÜKLER
Türk tarafında
bir küçük mezarcıkta
savaş kurbanı bir Kıbrıslı çocuk
dedi ki:
"İnsanlar,
ben neden öldüm?
henüz bebektim
bir suç işlemedim
neden koydunuz beni karanlığa?"
Rum tarafında bir küçük mezarcıkta
bir harup ağacının altında
savaş kurbanı bir Kıbrıslı çocuk daha
dedi ki:
"Neden öldüm ben?
tırmanmak istiyorum harup ağacına
neden koydunuz beni karanlığa?"
Aslında o iki çocuk da bendim ve o günden sonra büyümedim. On yıl önce kendimi adanın “düşmanlarımıza” ait güney yarısında buldumsa içimin acısından, ne yapacağımı bilemememden; ne birine ne ötekine ait olmamdan, çocukluk evime, en azından ülkemin bana yasak olan yarısına yakın durmak istemdendi.
Şimdi belki yeniden birleşir diye içimde bir kıpırtı ve aynı anda bir inanamama hali. Görüşme masalarının sıkıcı teknik konularının çok ötesinde bir özlem bu… Bölünen ruhlarımızı kim birleştirecek? Kim avutacak hırpalanan geçmişimizi? Bu görüşme masasının kaçıncı gündemi?
Tek bir çare biliyorum bunun için: Yalnızca, şiirler, şarkılar, danslar, sınır tanımayan sanat yükseltebilir ruhları… Sanat, kucaklayıp avutabilir yaralı çocuklukları… Sanattır barışın gerçek ülkesi.
(28 Eylül 2008’de BirGün gazetesinde yayınlanmıştı)