1. YAZARLAR

  2. Eralp Adanır

  3. Barut Kokan 24 saat
Eralp Adanır

Eralp Adanır

Barut Kokan 24 saat

A+A-

Sabahtan beri susmak bilmeyen silah sesleri, düşen bombalar en sonunda kendini bir sessizliğe bırakmıştı. Anda arada bir silah sesi duyulmasına rağmen yine de derin bir sessizlik vardı 20 Temmuz 1974 Limasol’unun Türk bölgesinde. İki katlı evimizin kiralık olan zemin katında onlarca kadın yaşlı çoluk çocuk. Ve yaşlı birkaç adam. Herkes bir odada toplu olarak bu sessizliğin getirisini bekliyordu. Ben dokuz buçuk, ağabeyim on iki buçuk yaşında. Bizler evin en içteki son odasında saklanmıştık. Pencereden iki bina arasındaki dar geçitten evin önündeki yolu görebiliyorduk. O yoldu ki, Türk bölgesinin bitip Rum bölgesine geçilen Dört Fenerler’in yer aldığı Hacı Yahya Köprüsünden gelip geçen ve Baf yoluna bağlanan o günlerin ana caddelerinden biriydi. Savaşın galibi Rumların en kolay ve en yakın Türk bölgesinin merkezine girebilecekleri yol. Bekleyişlerimiz somut bir görüntüyle gerçeği vurmaya başlamıştı gözlerimize yüzümüze. Önce bir tank, ardından farklı farklı askeri, polis kıyafetleriyle Rumlar girmeye başlamıştı dikkat kesilerek her eve, sokağa. Annem anneanneme ne gelmişse bilmiyorum bizleri de alıp evin ortasında, koridorun üzerinde bulunan banyoya götürdü. Büyüdüğümde okuyacaktım 1963’teki Kumsal Baskını’nın (Lefkoşa) Banyo Katliamını ama anneme ne gelmişti kimbilir. En korunaklı yer miydi gerçekten burası.

eralp-adanir.jpg

 

Sokak kapısı kapalıydı. Önce belli ki silahların dipçikleriyle kapıya vurmaya başladılar. İşte o yaşlarda öğrendiğim Rumca kelimelere bir yenisini ekleyecektim: “Ekso” diye. Yani “dışarı”. Kapıyı birileri açmış olacak ki askerlerin ayak seslerine karışan “ekso” kelimeleri koridorda bize yaklaştıkça anneannem nereden bulmuşsa banyodan beyaz bir peşkiri kapıyı aralayıp dışarıya salladı. Bunu da belleğime katmıştım dokuz buçuk yaşımda, teslim olmanın gereğiydi beyaz bir çaput parçası. Bizler kapıyı açıp koridora çıkarken işte o anda onunla karşılaştım. Daha önce babamdan dedemden bildiğim Rum arkadaşları gibi değildi bu kişi. Kızıl bir sakalı vardı, entelektüel imajı çizen gümüş yuvarlak çerçeveli gözlüğü ve başında bir bere. Üzerinde EOKA-B yazıyordu. Ne anlama geldiğini de büyüyünce öğrenecektim yine. Bir de elindeki kocaman silaha gözüm kaymıştı. Çocuktuk ya, oynarken bizim silahlarımız tahtadandı, kendi el emeğimiz ve düşlerimizle gerçek gibi hissettiren. Ama bu kadar büyük değildi ve metalden. Sonra bunun üzerinde şöyle eğri bir boynuz gibi de çıkıntısı vardı. O günlerde silahların isimlerini de öğrenmeye başlamıştım dokuz buçuk yaşımda. Bu bir Brengun’dı, yani Bren silahı. Üzerindeki o eğri boynuzumsu şey de şarjörüymüş. Kızıl sakallı askerin bağrışıyla gözümü silahtan alabildim. Yine aynı kelimeyi söylüyordu yanına bir kelime daha ekleyerek. “Ekso Şillo...” Sonradan bu ikinci kelimeyi de Rumca kelime hazneme ekleyecektim. O da “köpek” demekmiş. O bağrışıyla gözlerim gözlerini bulmuştu. Maviydi galiba göz rengi ya da bana öyle geldi. Ama mavinin o masumiyeti yoktu üzerlerinde. Kızarmış bir surata eşlik eden hiddet dolu bir gözdü, gümüş yuvarlak çerçeveli gözlüğünün ardında gördüklerim. Bugün hayatta mıdır değilmidir bilmiyorum bu kişi. O zamanlar 20’li yaşlardaydı herhalde. Belki bugünlerde 60’lı yaşların sonunda. Ama hiç unutmadım onu, tıpkı 20 Temmuz’dan Eylül ayına kadar unutmadığım diğer Leymosun’un (Limasol) barut kokulu günlerini unutmadığım gibi. Ama neden merak ettiğimi bugün dahi çözememişimdir bu Rum askerini. O güne kadar tanıdığım Kıbrıslı Rumlardan çok farklı biriyle karşılaşmamdan mıdır, yoksa pek de sert olmayan hatta evet belki de normal zamanlarda sessiz saygılı bir surat ifadesine sahip olabileceğini düşündüğümden midir, ve bu yüzden “Ekso Şillo” kelimesinin sert ve ruhsuz halini ona yakıştıramadığımdan mıdır bilemiyorum. Ama nedense onu bir kez daha görmek istiyorum. Ben bu yaşımda ve bu dünya görüşmle, o da kendi yaşında ve belki de yaşlılığın yol aldığı ve yine “belki de” diyeceğim savaşın o insanı insanlıktan çıkaran ruh haliyle bin pişmanlığında. Ve “belki de” diyeceğim, hiç de pişman olmayışıyla. Ama evet, onu bir kez daha görmek gibi acayip bir isteğim olmuştur bugüne kadar. Bu neye yarayacak ya da nasıl bir istek bu diye mutlaka düşünenler vardır bu söylediklerimden. Bilmiyorum... Belki de o günün cellatıyla, cellatımız olabilecek bir kişiyle göz göze yeniden gelmek isteyişimdir. Belki gerçekten de insan savaşta başka normal yaşamda başka mıdırı merak ettiğimdendir. Ama kızıl sakallı, gümüş yuvarlak metal çerçeveli o Rum askeri her zaman benim hatıralarımda, barut kokan o kötü günlerin anısında yaşamaya devam edecektir, tıpkı diğer 1974 anılarımda olduğu gibi.

İkinci bir “Ekso Şillo”yla ve hatta silahın namlusuyla da biraz dürtüklenerek kapının dışına doğru yürümeye başladık. Her odadan insanlar çıkıyordu öbek öbek. Kimilerinin gözlerinde korku, kimilerinde ise bir gururlu hâl. Anlamak güçtü böylesi bir durumda böylesi bir hâli. Ama bu insanların tümü de (çocuklar hariç) 1964 Şubat’ındaki Leymosun (Limasol) Çarpışmalarını yaşamış insanlardı da. Belki ondan dolayı bir savaşın ne olduğunun bilinci ve davranışları onlara pek de bilinmez, tahmin edilmez gelmemiştir.

Zemin kattaki evden dışarı çıktığımızda keskin bir barut kokusu genzimi yakmıştı. O güne kadar duymadığım bilmediğim bir kokuydu. Nasıl anlatsam neye benzetsem diye düşünsem de, bugün dahi neye benzetebileceğimi bilmez, sadece “barut kokusu” der geçerim. Saat öğleden sonra beş gibiydi. Hani niye söylüyorum bunu, hava sanki günbatımına geçmişti. Ama o saatlerde normalde hava daha yakıcılığını sürdürürdü temmuz ayında. Öyle değildi işte bu gökyüzü. Barut kokularının, bombaların çıkardığı toz duman, yer yer yaşanan yangınların yarattığı kara-mor bulutlar, günbatımı haline sokmuştu o saatleri. Önce yüzlerce sonra binlerce insanın geceyi geçirecekleri, hemen karşımızdaki, yirmi adımlık mesafedeki Türk Hastahanesi avlusuna doğru yalınayak yürümeye başlamışım herkesle birlikte. Ayağım asfaltın yakıcı sıcaklığına basınca fark etmiştim yalın ayak olduğumu. Parmak arası terliklerim bir yerlerde kalmıştı derken anneannem uzattı terliklerimi. Kadıncağız unutmamış, banyo odasında unuttuğum terliklerimi getirmişti. Bugün düşündüğümüzde nasıl traji komik bir hâl diyebilir insan. Belki de ölüme götürülüyorsun ama yok hayır, terliklerim olmadan asla diyorsunuz. Bu da savaşın o psikolojik hallerinden biri işte. Bu konuda çok örnekler okumuş görmüşüzdür.

Kızıl sakallıyı o saatten sonra görmedim. Başkalarıyla birlikte başka evlere gitmişlerdir herhalde. Hastahanenin avlusunda orta yerlere doğru yürüdük, hani daha güvenli olacağını düşünmüştür annem diye. Küçük öbek öbek insanlar bir araya geldikçe büyük bir yığın olmaya başlamıştı kara-mor bulutların altında. İnleyenler, ağlayanlar, korkulu gözlerle etrafa bakanlar. Sonra gözüm, Hastahane avlusunun yanında olan Arnavut Camii’nin büyük duvarına kaydı. Mücahit olduklarını düşündükleri gençleri, orta yaşlı erkekleri oraya diziyorlardı. Tümü de kalabalık içerisinden çekilip alınmıştı. Kararmış gökyüzü güneşin yakıcılığını kesmişti ama o barut kokusu yok muydu. Bambaşka birşeydi o saatlerde. Sonra oturduğum yerden sol tarafa gözüm kayınca, Türk bayrağının dalgalandığı kocaman direkte beyaz bir çarşafın dalgalandığını görmüştüm. Beyaz peşkirle aynı görevi aynı mesajı veriyordu o da. Gün gerçekten batmaya başlayınca askerler önümüzde siper almış bekliyorlardı. Sonra birileri havaya ateş açmaya başladı yine Rumca kelime belleğime katılacak yeni kelimelerle: “Zido Enosis, Zido Ellas, Zido Makarios.” İlginçtir yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum ama “Zido EOKA” dememişlerdi sanki. Bu kelimeleri bizim söylememizi de istemişlerdi. O anda ben de mırıldanırken öğrenecektim “Zido”nun yaşasın, “Ellas”ın ise Yunanistan olduğunu. O gece çok uzun olmuştu. Susuzluk bir yanda, ne olacağınız belirsizliği ve korkusu bir yanda, ağlamalar sızlamalar, yakınlarını arayanlar diğer yanda. Gece boyunca karşımızdaki evimizin talan edildiğini görüyorduk bir film izler gibi. Bunun da savaşın getirilerinden biri olan o ganimet hali olduğunu büyüyünce anlayacaktım.

Dizlerimi karnıma çekerek uyuyakalmışım anneannemin kucağına devrilerek. Sabah gün ışırken huzursuzluklar dillere düşmeye başlamıştı. Gün doğarken insanların infaz edildiğinden bahsediyordu bir yaşlı kadın. Hani tam da söylenmesi gereken söz sadece bu mu kalmış diye hiddetle ona kızan başka kadınlar gördüm o anda, “sus çocuklar var be kadın” diyerekten. Öğlene doğru askeri komutanları karar vermiş olacak ki evlerimize gidebileceğimizi anons ettiler. O anda o susuzluk ve hayatta kalmanın birleştiği bir duygu-istekle bazıları yol kenarında duran Bell-Cola aracına saldırdılar. Susuzluklarını kola ile gidermeye çalışırken bizler de annem, anneannem ve ağabeyimle talan edilmiş karşımızdaki evimizin yolunu tuttuk. Barut kokusu biraz daha azalmıştı. Kapımızı açmamıza gerek yoktu zaten kırık ve açıktı. Merdivenlerden yukarı kata çıkarken bir merminin merdiven camından girip, trabzanlardan birini parçalayıp duvara delik açtığını gördüm. Sonradan bunun da bir “dum dum kurşunu” olduğunu öğrenecektim savaş-silah bilgisi niyetine. Ev darmadağınıktı. Değerli gördükleri her şeyi almışlardı. Yatak şilteleri kaldırılıp ters devrilmişti. Ben oyuncaklarıma baktım nedense. Yerindeydiler. Sevinmiş miydim? Evet. Dokuz buçuk yaşında savaşı, silahları, Rumca bazı kelimeleri, esir olmanın ne olduğunu öğrenirken ilk gün, oyuncaklarım benim dünyamdı yine de. Ta ki bu evimizi, mahallemizi, şehrimizi sonsuza dek terk edene kadar.   

Bu yazı toplam 3026 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar