1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Başında “U” olmasa da… MUTLU OLMAK…
Başında “U” olmasa da…  MUTLU OLMAK…

Başında “U” olmasa da… MUTLU OLMAK…

Başında “U” olmasa da… MUTLU OLMAK…

A+A-

 

Neriman Cahit

 

Ta öğrencilik yıllarımdan beri ‘dil olgusu’ benim için çok önemlidir.
Bu konudaki en güçlü inancım ise: “Türkçenin – aslında her dilin – ‘SEVGİ’ ile kurtarılabileceğidir.
Bu konuda yaptığım araştırmalarda, Eski Mısır’da dille ilgili bakın ne güzel bir dillendirme var:
“Güçlü olmak istersen söz ustası ol
Dil yiğit elinde kılıç gibidir
İyi konuşan, daha merttir
İyi dövüşenden
İyilik ve adaletle hüküm sürer
Atalarının dilini iyi konuşan…”

***
İkinci mesleğim gereği dolaştığım ülkemde: “Gelişmişlikle – Dil arasında” doğrudan bir bağlantı olduğunu yaşadım, hissettim. Gelişmemiş ülkelerde ise dil de çok geriydi… (Hatta çoğunda, resmi dil, yabancı bir dildi…)

TÜRKÇE’YE GELİNCE…
Bazılarına göre, Türkçe çok fakir bir dil. Nasıl ki insan, sahip olduğu kadar değil, sahip olduklarından aldığı “haz kadar” mutluysa, dil de öyle…
Ve insan, dilini kullanabildiği kadar zengindir…
Ör: Ben Türkçeyi çok seviyorum. Müthiş bir anlatım zenginliğine sahip olduğunu düşünüyorum… Ve bazılarının iddia ettiği gibi: Dilin zenginliği ‘sözcük sayısıyla’ değil, doğurganlığıyla ölçülmeli…

***
Ben, liseden bu yana, sözcüklerle oynayıp, onlara yeni anlamlar yüklemekten büyük zevk alıyorum…
Bana göre Türkçe doğaya da dönük. Örneğin, İngilizcede ‘yeşil rengi’ tanımlayan sözcük sayısı beşi geçmiyor. Bizde ise yirmiyi aşkın yeşil var.
Biraz daha araştırınca gördüm ki: İngilizce 550 bin, Fransızca 350 bin, kadar sözcüğe sahip. Türkçe ise 50 binin üzerinde; ama yeni sözcükler üretmeye zemini en az o diller kadar geniş ve verimli…

***
Bu konuyu yazmadan önce, bir arkadaşla da konuştum. Bana annesini konu etti:
“Annem, biz çocukken, komşu çocuklarıyla yaptığımız kavgalarda, onlara; ‘tavır almak, hele de küsmek yerine hep ‘barışmaktan yanaydı’
“Bakın, yine yüz yüze geleceksiniz” o ayıbın önüne “K” koyun: “Kayıp” oluversin derdi.
Belki o günlerden gelen alışkanlık, yazıda kullandığım bir sözcüğün başka anlamı olup olmadığına bakmak… Yoksa, sözcüğü incitmeden zorlamak, çaya şeker koymak kadar tatlandırıcı…
Örneğin, sık kullandığımız bir tanım:
“Benim işimde gizli saklı bir şey yoktur…”
Peki, ‘gizli saklı’ değil de nasıldır’ Bunu, uzun uzun düşünmek yerine, “gizli”, “saklı” sözcüklerinin ilk harflerini atmak, hoş bir tanımlama olmaz mı?

***
Sözcüklerimizin, kendi içindeki anlamlarını dikkate alınca, buna önce, “Sözcüklerin dili” diyecek oldum ama vazgeçtim. “Sözcüklerin beyni” demek daha uygun düşmez mi?   

***
Farklı pencereden bakınca, her gün kullandığımız sözcüklerin, küçük eklemeler ya da çıkarmalarla, bambaşka anlamlar da içerdiğin görmek… Yakın bir dostun bilinmeyen alışkanlığını öğrenmek gibi…
Şaşırtıcı, yaşamı zenginleştirici…
Bu yolculuk, insanı, binlerce sözcüğü içeren büyük dost haznesine götürüyor.
Öyle ki, kendi içinde sürekli çoğalabilen bir hazine… Üret, eğlen, dalga geç, öğren…

***
Konu, sözcükler olunca, satırlar yetmez… Artık, burada keselim…
Hey, “umut” haydi dans edelim.
“Umutlu olmak” ne güzel…
Başında “U” olması da…

---------------------------------------------------------------------------------


BAKIP DA GÖREMEMENİN DEHŞETİ…
YANILGI DEĞİL… YENİLGİ…

Uzun süredir gidememişim Vasilya’ya… O yüzden denize hasret kalmışım… Sadece, o güzelim rengine değil… Devinimine ve her an değişen her türlü haline…
Aslında, Vasilya’dan ayrıldığımızdan bir gün sonra gitsek, ben yine hasretle koşarım denizin o capcanlı mavisi ve devingenliğine…
Ama, bu kez hayli açıldı ara…
Ve hasretim yalım yalım yakıyor beni…
Tüm bunlar gelişip çoğalırken ‘hasret çantamda’, akşam da TV’de deniz yaratıklarını konu alan bir film çıkmaz mı karşıma… Ne ameliyatı düşündüm ne de burnumdan sızan kan pıhtılarını… Oturdum televizyonun karşısına…

***
Ohh, denizi seyrediyorum… Ve de gökyüzünü… O kocaman dalgaların çizdiği bembeyaz köpüklü hayalleri… Ve onları çizen güzelim denizi…
Durup düşünüyorum: Ne değişiyor doğan günle batan gün arasında diye…
Ve ne değişiyor, onca ölüme, acıya ve zulme rağmen… Döndükçe dönüyor her şey… Deniz çırpınıyor… Onca zaman kirini çitileyip atmak istiyor sanki…
Yeni düşler, hep yanı başında duruyor insanlığın… Biriken şeylerin kendine verdiği o ağır acımasızlığın, ‘al takke ver külah’ olamamanın tanısız ve tanımsız boşluğu… ‘Neden, Niçin?’ sözcükleriyle beynimizi sorgulayan onca soru… Ve her gün… Ve yanıtsız…

TARİHİN EN ESKİ MEKTUBU…
Birbirimizi anlamıyor – anlayamıyoruz…
Çünkü, bunun için bir emek harcamıyor, “İnsana ve makama tutsaklığı” daha bir büyütüyoruz gün be gün…
İnsan… İnsanlık… Ve ne Tanrı ne din, ne zaman, ne cennet, ne cehennem, ne eza, ne cefa… Onca acı hiç yaşanmamış gibi…
Cinayetlere, katliamlara Tanrıyı alet eden vahşet!!!

***
Tarihin, bilinen en eski mektubu, Hattuşaş (Boğazköy) kazılarında bulunmuştur…
Asurlu Lamasai, Kaniş’te oturan tüccar Pusuken’e şu mektubu yazar:
“Biliyor musun, insanlık ne kadar kötüleşti. Kardeş – kardeşi yiyecek. Herkes, komşusunu yutmaya çalışıyor. Buraya (Asur’a) gelme onurunu bize bağışla. İş sorununu kes. Küçük kızı, Tanrı Asur’un kucağına ver. Ah, kentte (Asur’da) yün çok pahalı… Kız kardeşin, sen gittiğinden beri iki ev yaptırdı. Acaba, biz ne zaman yapacağız?
Assur – Malik’in, sana daha önce getirdiği kumaşların parasını bana niye yollamıyorsun?

MEKTUP NE KADAR SICAK…
Milattan önce II. Bin yılda yazılmış mektup ne kadar sıcak ve istekler ne kadar samimi, değil mi? Sanki, herhangi bir lokalde, araba, arsa muhabbeti yapan günümüz insanları gibi… “Gibi” derken, 4000 yıl önce yaşayan insanlara haksızlık mı ediyoruz sizce…
Evet, ne değişiyor, doğan günle – batan gün arasında?..
İzlediğim bir filmdi bu… TV açtığımda yeni başlamıştı ve “Osmanlı Devleti Padişahlarından: III. Mustafa ile ilgiliydi…” Üç kıtada hüküm süren padişah’ın şöyle bir şiiri de var.
“Yıkıluptur Cihan, sanma ki bizde düzele / Devleti, Çarh-ı deni verdi kamu müptezele / Şimde erbab-ı saadette gezen hep hazele / işimiz kaldı hanen merhamet-i lem yezele…”
Şöyle diyor padişah 3. Mustafa: “Bu dünya yıkılıyor, bizde düzeleceğini sanma. Alçak felek devleti bütün alçak kişilerin eline verdi. Şimdi, mutluluk yoluna gidenler, hep bayağı kişiler… İşimiz Allahın acımasına kaldı…”

***
Film, ha bitti ha bitiyor…
Ama, filmdeki kalabalıklar adeta çileden çıktı…
Bir kenti yağmalıyorlar… Denize zarar vermeye, kirletmeye çalışıyorlar…
Denizler ki, kentlerin yüreğidir her zaman…
Sular ölmeye görsün ne yer ne yar kalır…
Ve… BATAN BİR DEVİR, EN AZ FARKINDA OLDUĞU ŞEY YÜZÜNDEN BATAR… ÇÜNKÜ, ONUN FARKINDA OLSAYDI BATMAZDI.

***
BAKIP DA GÖREMEMENİN DEHŞETİ…
YANILGI VE YENİLGİNİN NEDENİ…

Bu haber toplam 1665 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 160. Sayısı

Adres Kıbrıs 160. Sayısı