Başka Bir Dünya Hayal Etmek… Ya da İnsanlığın Sonu…!
Kendisine ideallerinin güzel ama gerçekleşemez olduğu söylenen eski İspanyol anarşistinin verdiği yanıtta özetlenebilir tüm bunlar: “Tabii ki bunları gerçekleştirmek olanaksız, ancak bugün olanaklı olan her şeyin değersiz olduğunu görmüyor musunuz?”
“Tarih ve Tin” . Joel Kovel
Baharın müjdecisi olduğuna inanılan ve de Şubat ayının ikinci yarısından itibaren düşmeye başlayan cemrenin birincisi (havaya), ikincisi (suya) derken üçüncüsü (toprağa) de düştü ama Martın sonlarına yaklaşırken tabiatın bir renk cümbüşüyle uyandığı, içimizin ısınmaya başladığı, aynı anda, bir yanılsama olsa da olmasa da, umudun ayağa kalktığı o günlerden henüz haber yok. Dahası bahar beklenirken kış, hem de alası, geri geldi bile denebilir. İlginç olan ise bunun ardından birdenbire bastırabilecek sıcakların gelme ihtimalinin de bir sürpriz olmayacağı. İnsafsızca yağmalanan ve bozulan doğal dengenin bir bakma kaçınılmaz sonucu bütün bunlar. Sebebi uzaklarda aramak beyhude çaba; şaşkınlığını yaşadığımız mevsimler arasındaki doğal taksimatı –ve de her şeyi- bozanın insanın bizatihi kendisinin olduğu apaçık ortada. Küresel ısınma, bilumum afat ve (g)azap, (modern) insanın (modern) insan aklının marifeti.
Bu gerçek bir kenarda dursun, tam da bugünlerde bu kez Avrupa/Asya sınırında yaşanan savaş (Rusya-Ukrayna) -hem de Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatma potansiyeli taşıyan bir savaş- ise doğanın sonunu getirme yolunda ilerleyen insanoğlunun aynı başarıyı (!) ısrarla kendi soyunu tüketmeye yönelik olarak da sergilemekteki olduğunu ayan beyan ortaya koyuyor. Bütün o bilimsel yorumlar, siyasi değerlendirmeler, her türden neden sonuç üretmeler ve de buradan çıkış arayışları, son kertede doğrudan ya da dolaylı yaşananlara ‘gerçeklik’ adına meşruiyet sağlamaktan öteye bir işlev taşımıyor. Şudur: hem bütün savaşlara, yıkımlara karşı olduğunu söylemek, can ve mal kayıplarına göz yaşı dökmek hem de hemen ardından “amma gerçekler…..” diyerek gerekçeler üretmek ve güya buradan daha yaşanabilir bir dünya için önermelerde bulunmak, seçenekler sunmak, hangi siyasal/ideolojik özü/pozisyonu taşıyor olursa olsun bir yalandan öteye geçemiyor. Bunun böyle olduğunu/olacağını, sadece 20.yüzyıl tarihi, özellikle yüzyıl sonu itibarıyla yaşananlar, yeterince gösteriyor. İnsanlığın tarihsel gelişim süreci içinde varılan noktada, birbirinin alternatifi olarak ayakta kalan iki sistemin (kapitalist/sosyalist), görece avantajları olsa da (ör.liberalizmde özgürlük; sosyalizmde eşitlik) bugün itibarıyla tükenmeleri; -sosyalist sistemin mevcut anlayış ve biçimiyle tümden yıkılması; kapitalist/liberal sistemin ise kurum ve kuruluşlarıyla ve de anlayış olarak artık sürdürülebilir olmaması, miadının dolmasına rağmen devamındaki beyhude ısrarı (üstelik vebali çok ağır bir ısrar bu)- bunları aşacak ve somut önermede bulunacak bir başka dünyanın hayalini ve de bunu gerçekleştirme çabasını zorunlu kılıyor.
Nitekim, 21.yüzyıla girilirken yeni bir dönemin başlamakta olduğu, bunun nesnel koşullarının açığa çıktığı, bu bağlamda ‘tarihin-ideolojilerin sonu’na gelindiği iddiası bir bakıma bunu işaret ediyor, bu bağlamda sonun yeni bir başlangıcın vesilesi olacağı, geleceğe yönelik olarak insanlık adına deyim yerindeyse bir ‘cennet’ vaadinde bulunuluyordu. Ne var ki yaşanan gelişmelerle vaat edilen ‘cennet’in kısa sürede ‘cehennem’ gerçeği ile yer değiştirmeye başladığı görüldü. O gün bugündür gerek siyaseten (otoriterleşme/savaşlar/göçler), gerek ekonomik (eşitsizlik) ve gerekse kültürel (kimlik çatışmaları) olarak yaşananlar (bütün bunlara hanidir bozulan doğal denge ve de üzerine covid-19’la gelen pandemiyi de ekleyin) tam da bunu gösteriyordu. Evet, belki bir sona gelinmişti ama bu tarihin ya da ideolojilerin sonu değil şimdilerde çok daha bariz biçimde açığa çıkan, çok daha vahim bir sonu ima ediyordu: ‘İnsanlığın Sonu.’ Yaşananlar ışığında bunun aksini inkâr etmek ne kadar mümkün?
Buradan bakınca, dördüncü haftaya girilen ve ne zaman sona ereceği belli olmayan Rusya-Ukrayna savaşının bir bakıma teyit ettiği de bu acı gerçeklik değil mi? Bu sorun üzerinden güç devşirip kazanım elde etmek isteyenlerin kural/ölçü tanımayan hesapları başka nasıl izah edilebilir. Gerçek(lik) diye sadece sorunun doğrudan tarafları değil, daha geniş halkada yer alanların tümü son kertede kendi gerçek kabul ettiği şeyi anlatıyor/dayatıyor. Arabuluculuktu, müzakerelerdi, yaptırımlardı derken, insanlar ölüyor, an itibarıyla sayıları iki buçuk milyonu aşan insan göç yollarına düşüyor, şehirler yıkılıyor. Aslında çok yakın bir geçmişte Ortadoğu’da yaşananlara -ya da Afrika’da- benzer (küresel) bir insanlık dramı daha ortaya çıkıyor. Tam da böylesi durumlarda felaketi önlemeye yönelik olarak rol alması gereken uluslararası kurumların, hukukun inandırıcı ve ciddi anlamda caydırıcı hiçbir hükmü, işlevi söz konusu olmuyor; vahşet ve dehşet her şeye baskın çıkıyor.
Bu kadar da değil. Bütün bunlar yaşanırken bir başka şey daha oluyor ki, insanlığın sonunun gelmekte olduğunu adeta mühürlüyor. O da şu: Öldürülen ve göç eden insanların acıları küresel ölçekte yürekleri dağlarken, onların kimler olduğuna dair şöyle bir tanımlama yapılıyor: “Sarışın ve mavi gözlü insanlar” . Bu tarifle (ayrımla) acı çekenin ‘insan’ olduğu gerçeği, birdenbire acı çekenin “sarışın ve mavi gözlü insan” olduğu gerçeğiyle yer değiştiriyor. Bir başka ifadeyle ‘insan acısı’ hiyerarşiye tabi kılınıyor; böyle olunca da “sarışın ve mavi gözlü insanlar” örneğin “esmer ve kahverengi gözlü” ya da “siyah derili ve kara gözlü” insanlara göre bir başka türlü konumlanıyor. Adeta ‘insan’ kategorisine dâhil olanlarla olmayanlar ayrımı yapılıyor. Çok mu abartılı oldu? Ne yazık ki değil; daha dün donmuş cesetleri onlara yasak koyanların sınır tellerine takılı öylece açıkta duran renkleri farklı insanlar görmezden gelinirken; “sarışın ve mavi gözlü insanlara” aynı kesimler tarafından cömert yardım eli uzatılıyor. En azından acıda herkesi eşit kılması gereken ‘insan’ olma özelliği, bazılarını daha çok bazılarını daha az ‘insan’ kabul etme ayrımıyla bir kez daha yerle bir ediliyor.
Aslında rezalet bu kadarla da sınırlı değil. Savaş vesilesiyle güya zalimi mazlumdan ayırma, dayanışma adına ardı sıra çok tuhaf uygulamalar gündeme geliyor. Örneğin Rönesans İtalyasında bir üniversite Rus saldırganlığını ve de despot Putin’i protesto edecek diye üniversite çatısı altında Rus Dostoyevski’yi yasaklama kararı alabiliyor. Yetmiyor New york Metropolitan Operası, Rus soprano Anna Nebrotko’nun sözleşmesini feshediyor. Almanya’da Münih Filarmoni Orkestrası’nın birinci şefi Rus Valery Gergiev de, diğerleri gibi Rus olmanın kurbanı oluyor ve görevine son veriliyor. Savaş çılgınlığına ilave kültürel bir savaş çılgınlığıyla daha da azgın bir mahiyet kazanıyor.
Hangi taraftan bakılırsa bakılsın, gelinen aşamada herhalde göz ardı edilmemesi gereken husus, yaşamakta olduğumuz dünyanın cari ‘zihni-fikri-siyasi-ekonomik-kültürel’ muhtevası ve değerleri içinde kalındığı sürece bu felaketlerin aşılamayacağı, şu ya da bu biçimde kendini tekrar edeceği gerçeğidir. Buradan bakınca zihnen ve fiilen insanı (aklını ve duygularını) harekete geçirecek mücbir sebebin evvelemirde bu durumun ciddiyetini kavramak olduğu ve buradan çıkışın da ancak bu ciddiyetle örtüşecek, daha net bir ifadeyle, bir başka dünyayı hayal, talep ve inşa etmeyi hedefleyen zihni (yeni bir zihniyet), fiili seçenekler (yeni siyasal-ideolojik-toplumsal seçenekler) ve de değerler üretmekle mümkün olacağıdır.
Büyük ve zor soru ise, o bir başka dünyanın nasıl kurulacağıdır. Böylesi bir talebin radikal değişimi/dönüşümü ima ediyor olması ve tam da bu nedenle “naif.. ham hayal.. pek idealist.. gerçeklerle örtüşmeyen.. imkânsız vb.” gibi suçlamalara/eleştirilere maruz kalacak olması (hep öyle söylenmiyor mu) bu zorluğu daha ilk adımda apaçık ortaya koyuyor. Ancak şu da var ki, bunun böyle olması içinde yaşadığımız dünyanın hâkim zihniyet yapısının, ideolojik kalıpların, bununla örtüşen her türden yaklaşım ve uygulamaların, değerler sisteminin insanlığın sonunu getirecek bir mahiyet taşıdığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Böyle olunca da özgürlüğün, adaletin, eşitliğin, bir arada yaşayabilmenin, bunları kuşatan uygulamaların ve değerler sisteminin aynı anda hâkim kılınacağı ya “başka bir dünya hayal etmek” ya da yürürlükteki paradigmatik/normatif kabullerin “insanlığın sonu”nu getireceği yolda devam etmek, insanlığın önündeki iki seçenek olma özelliğini korumaya devam edecek gibi görünüyor.