1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Başka bir Kıbrıs’
‘Başka bir Kıbrıs’

‘Başka bir Kıbrıs’

‘Başka bir Kıbrıs’

A+A-


İlke Gürdal
[email protected]

Kıbrıs’ta doğmuş ve büyümüş birisi olarak bu adanın sadece doğası, plajları ve zengin yemek kültürü ile anılan ve kendi kendine yeten huzurlu bir Akdeniz adası olmasını çok isterdim. Adanın iki kesimli olarak tanımlanmadığı ve ‘Türk tarafı’ ‘Rum tarafı’ gibi etnik temelde ayrıştırıcı ifadelerle hiç tanışmadığım, normal bir ülke gibi ‘bu şehirden bu şehire gidiyorum’ ifadesinin yeterli olduğu. Başkentinin Avrupa’da tek bölünmüş başkent olarak anılmadığı bir ortamda büyümek ve bu güzel adanın diğer yarısını görmek için 18 yıl beklememek bu yöndeki temennilerim olurdu.

Bu adadaki bölünmüşlüğü en keskin hissettiğim zamanlar ise milli günler veya bir olay yüzünden milliyetçiliğin tavan yaptığı dönemler. İki toplumda birbirine yönelik nefret söylemlerinin arttığı, savaşın ve dolayısı ile bölünmüşlüğün sorumlusu olarak iki toplumun da kendine pay çıkarmayıp ihaleyi tamamen diğer toplum üzerine yıkma çabaları artık bu adada kemikleşmiş tutumlar olmakla birlikte, sorunu kendi mağduriyeti üzerinden anlatan bir ezber geliştirilmiştir. Kıbrıslı Rumlar 1974 müdahalesini öne çıkarırken, Kıbrıslı Türkler için 1963-1974 arası yaşanan baskılar ve kayıplar toplumsal travmanın zirve yaptığı dönemler olarak resmedilir. 15 Temmuzda cunta darbesiyle başlayıp 14 Ağustosta kuzeyin sınırlarının çizildiği harekata kadar devam eden süreç adadaki iki bölgeli yapıyı oluşturmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin adaya çıkarma yaptığı 20 Temmuz günü ise yıllardır kuzeyde bir kutlama (Barış ve Özgürlük Bayramı) güneyde ise matem ve protesto havasında geçmekte. Yıllardır bize öğretilen 1963-1974 arasında yaşananlardan sonra bu günün kurtuluş günümüz olduğu ve yaşamımızı bu müdahaleye borçlu olduğumuz yönündedir. Tankların caddelerde yürütüldüğü, jetlerin özellikle Girne civarında alçak uçuş yapıp akrobatik hareketler yaptığı ve ‘diğer’ tarafa gücümüzü gösterirken bize de yaşananları unutmamamız gerektiği ve bu güne şükretmemiz empoze edilir. Kıbrıslı Rumlara öğretilen ise başka türlü bir unutmamak. Kıbrıslı Rum öğrenciler ders kitaplarını açtığı an ‘Kuzeydeki evimi unutmuyorum’, ‘ebeveynlerimin, nenemin, dedemin yaşadığı mülkü unutmuyorum’, ‘köyümü veya şehrimi unutmuyorum’ üzerine şekillenen bir geçmişi hatırlatma pratiği ile karşı karşıya kalıyorlar. Kuzeyde hiç yaşamamış olsalar bile bağlarının kopmaması gerektiğine vurgu yapılıyor.

Eğitim sistemleri de haliyle bu inanışlara göre tasarlandı. Kıbrıs Rum toplumu 74’ü Kıbrıs Türk toplumu ise 63-74 arasında yaşananları unutturmamak için gerek yetişkinleri gerek alttan gelen nesilleri bu yönde eğitti. ‘Kıbrıs tarihi’ diye bize okutulan kitaplar olayları tek taraflı anlatırken, devletin resmi argümanları dışına çıkmak büyük tepkilere yol açtığı gibi, bunu söz veya yazıyla gerçekleştirenler baskılara ve siyasi linçlere maruz kaldı. Adanın yeniden birleşmesini savunmak kuzeyde ‘Rumculuk’ olurken, ‘Türk işgali’ dışında bir yorum getirmek güneyde benzeri etkileri yarattı. Bu da geçmiş ile ilgili konuşabilecek alanı daralttığı gibi, 42 sene boyunca adanın tarihi üzerine aynı argümanları duymamıza yol açtı.

Bu adada tekrardan huzur içinde yaşayabilmek için belli süreçlerin yaşanması gerekmekte. Geçmişle ilgili konuşabilen alanın dışında kalan ama konuşulması gereken konular olduğunun farkında olmak lazım. Gerek savaştan önce gerek savaşta yaşanan kayıp şahıslar konusu, iki toplumda da tecavüze uğrayan kadınlar, yaşadıklarından dolayı psikolojik yıkıma uğramış ve evlerinden edilmiş bir sürü insanın hikayeleri yeteri kadar anlatılmadı, anlatılmak istenmedi. Geçmişe ve yaşanan savaşa bu kadar referans verilen bir düzende savaşın sonuçlarını konuşamamak tuhaf olduğu gibi, toplumlardaki travmanın giderilmesi yönünde uygun bir adım olurdu.

Fakat bunun yerine kendi acılarımıza odaklandık, siyasi argümanlarımızı kendi mağduriyetimiz üzerinden kurduk. Güneyde malını bırakan bir Kıbrıslı Türk’ün acısının Kuzeyde malını bırakan bir Kıbrıslı Rumdan farkı olmadığını anlamak lazım. İnsanın doğduğu büyüdüğü yerden zorla göç ettirilmesinin etnik temelde değil, insan temelinde trajik olduğunu görmek neden bu kadar zor anlamıyorum.

İki taraftaki siyasi liderliklerin ve bazı politikacıların da halkların mağduriyetini siyasi çıkara döndürdüğü bir ortamda gerçek bir yüzleşmeyi konuşmak bayağı zorlaştı. İki devletin de kendi düzenini daha anlamlı kılmak için diğer ‘düşmana’ ihtiyaç duyduğu su götürmez bir gerçek. Düşmanca ortamdan beslenen, ganimet düzeni sayesinde mevcut durumu fazlasıyla benimseyenler haliyle ayrılıkçı söylemlerin büyük destekçisi oldu. Maalesef aradan geçen yıllar bizim ‘kendi’ bölgemizi anlamlandırıp diğer tarafa yabancılaşmamıza yol açtı. Tekrardan adamızı birleştirmek için müzakere yaparken bile çoğu zaman kendi hassasiyetlerimizin vazgeçilmez, karşı tarafın ise  taleplerinin abartılı olduğuna inandırıldık. Buna da kendimizi öyle bir kaptırdık ki, bu adada doğup büyüyenler ve yeniden birleşmeyi uman bireyler olarak bile empati yeteneğimizin ne kadar kısıtlı olduğunu gördük .

Birbirimizle sağlıklı diyalog kurabilmeyi bile tam anlamıyla başardığımız söylenemez. Annan Planı’nın Kıbrıslı Rumlar tarafından reddinden sonra uzun bir süre bunun sebeplerini anlamaya çalışmak yerine Kıbrıslı Türkler olarak suçlama yarışına girdik. Bu her ne kadar belli çevreler için çözümün gerçekleşmemesinden dolayı duygusal bir reaksiyon olsa da, sağlıklı bir çözümün temellerinin birbirimizin kaygılarını anlamaya çalışmaktan yana geçtiğini düşünüyorum. Bunu yapamadığımız sürece birbirimizi suçlamak her zaman kolay yol olacak ve yıllardır kalıplaşmış ezberlere döneceğiz ve bu da kimseye fayda sağlayamayacak.

Üstünde durulması gereken başka bir konu ise aşırı milliyetçilerin yaratabileceği sorunlar. Gerek ELAM gerek kuzeydeki Ülkü Ocakları örgütlü yapılar olarak ilk anda akla gelse de bireylerin arasında yaşanan ufak bir tartışmanın bile milliyetçi bir dalgaya sebep olabileceği bir ortamın mevcut olduğunu söylemek lazım. Özellikle son dönemlerde Kıbrıslı Türklere yönelik yapılan saldırıların korku ortamını beslediği iki toplum arasındaki güvensizliği derinleştirdiğini gördük. Burada güneydeki yargının devreye girmesi ve iki toplumun da bunların yaşanmaması için irade göstermesi şart. Hem çözüm iradesinin canlı tutulması, hem de gerçekleşecek bir çözümden sonra ortamın korunması adına bu konuda sorumluluk almamız gerekmekte.

Bu ada gereğinden fazla kan, şiddet ve acı gördü. Eğitim sistemimizden başlayarak günlük hayatımızda nefret söylemlerini içeren ifadeleri çıkarmamız lazım. Bu adada yaşanan acıların ortak, iki toplumun da bunun kaybedenlerini olduğunu hatırlatmak lazım. Geçmişteki travmaları anlamak ve bunları görünür kılarak barışma sürecine girmek bence en doğrusu. Devletlerin resmi politikalarına esir olmadan, toplumların ihtiyaçlarını öne çıkararak ve çözümün iki toplumun da yararına olduğunu bir şekilde anlatmamız gerek. Dünyada hiçbir toplum ya da ülke başka bir toplumdan nefret ettiği veya savaştığı için gelişmedi. Diğer toplumlarla veya devletlerle ortak paydada buluşabildiği için ilerledi. Bizim de bu adada çözüme ama ondan önce de ‘barışmaya’ ihtiyacımız var.

 

Bu haber toplam 1565 defa okunmuştur
Gaile 379. Sayısı

Gaile 379. Sayısı