1. YAZARLAR

  2. Niyazi Kızılyürek

  3. Başkalarının acısına bakmak ve aydınların rolü
Niyazi Kızılyürek

Niyazi Kızılyürek

Başkalarının acısına bakmak ve aydınların rolü

A+A-

Geçen hafta, bu ülkede yaşadığımız şeyin bir trajedi olduğunu yazdım. Fakat kurulan “hakikat rejimleri” bu trajedinin bir melodrama olarak algılanmasına yol açıyor.

Maalesef, hayat karşılıklı suçlamalarla alıp gidiyor. Bir tarafta “iyiler”, öbür tarafta “kötüler...”

Oysa trajedide “iyi” ve “kötü” taraf yoktur.

Bu bağlamda Hegel’in Eski Yunan’dan yola çıkarak yaptığı trajedi değerlendirmesi son derece anlamlıdır: Site’nin kamu düzenini korumak için kuralları uygulayan Kreon ile bireysel duygularına sahip çıkarak kardeşini, Kreon’a rağmen defnetmek isteyen Antigoni, iki trajik figür oluşturmaktadırlar. Çünkü ikisi de ayrı ayrı kendi açılarından haklıdırlar ama suçlu olabileceklerinin farkında değiller. Kreon ve Antigoni’nin hikâyesinden hareketle Hegel, trajediyi şöyle tanımlıyor: İki antagonist karşı karşıya gelir. Her ikisi de, ayrı ayrı kopmaz bağlarla bir gerçeğe bağlıdırlar. Ne var ki, bu gerçek bütünün sadece bir parçasıdır, bu bakımdan da görecelidir. Ancak, antagonistler açısından bu göreceli gerçek bütünün ta kendisidir ve bunun için hayatlarını bile vermeye hazırdırlar. Göreceli olan gerçeklerden birinin zaferi ancak ötekinin tamamen yok edilmesiyle mümkün olduğundan, sonunda her iki antagonist de aynı anda hem haklı, hem de suçlu duruma düşerler.

Bu trajik durumdan çıkabilmek, uzlaşmaya varmak ve barışmak için, suçluluk durumunun bilincine varılması şarttır.

Onca acıya, karşılıklı yapılan onca haksızlığa rağmen suçluları sadece “karşı tarafta” aramak ve “kendi saflarında” bir “haklılar ordusu” görmek, barış ve uzlaşı karşıtı bir tavır olduğu kadar, ahlaki/etik de değildir.

Bu kadar çok yara almış bir ülkede aydınlara düşen, milli marşlar eşliğinde “uygun adım” yürümek veya “kendi evinin” haklılığını haykırmak değildir.

Etik olan, öldürülen, yara alan herkes için üzülebilmek, herkes için adalet istemektir.

Bu görev herkesten çok aydınlara düşer, çünkü Adorno’nun dediği gibi, entelektüelin “evi ile kendisi arasına mesafe koyması” ahlaki bir meseledir.

Bu ahlaki sorumluluğun bir ucunda başkalarının yaşadığı acılara karşı kayıtsız kalmamak varken, diğer ucunda da “kendinden” saydıklarının (evinin) haksız uygulamalarına karşı baş kaldırma zorunluluğu vardır.

Adorno’nun dediği gibi, entelektüelin en belirgin özelliği, dayanışma duygusunu canlı tutması ve kendini insanların (evin dışındaki insanların) yaşadığı acılarla özdeşleştirebilmesidir.

Bu noktada Adorno ile Edward Said’in yolları kesişiyor. “Evin dışındakilerle” dayanışma, milliyetçilikten, yani “yerli ve milli olma” halinden arınmayı gerektiriyor. Çünkü milliyetçilik, Edward Said’in dediği gibi, “bir yere, bir halka, bir mirasa ait olmanın beyanıdır ve bir dil, kültür ve adet ortaklığı tarafından yaratılan yurdu onaylar.”

Hatta, onu her koşulda aklar...

“Bir dil, kültür ve adet ortaklığı” ve bunların üstünden her türlü iktidar egzersizini siyaseten meşrulaştıran bir ideoloji olarak milliyetçiliğe karşı baş kaldırmak, tam da Adorno’nun ahlaki bir mesele olarak gördüğü “entelektüelin “evi ile kendisi arasına mesafe koymasıdır” ki bu, entelektüelin varlık nedenidir.

Yunan tragedyaları arasında mağdurun acısına tanık olmak, merhamet duygusunu “evin dışına” yayarak başkalarının yaşadığı haksızlığa bakmak konusunda Eshilos’un Persler’i ile Evripidis’in Troyalı Kadınlar adlı eserlerinin apayrı bir yeri vardır.

Her iki oyunda da Atinalıların Persler ve Troyalılara (başkalarına) karşı yaptıkları haksızlık ile zulüm ve işledikleri suçlar anlatılır.

Evripidis, Yunanlıların Troya’yı yakıp yıkmalarını, kutsal yerleri yerle bir etmelerini, ganimetçiliğe soyunup yağmaladıkları malları gemilerle Atina’ya taşımalarını, kadınları ve çocukları köleleştirerek kendi aralarında paylaşmalarını sarsıcı bir dille anlatır ve bunları yapan Yunanlıların “aptal” olduğunu söyler: “Aptaldır, çünkü yakıp yıkan, kendi yıkımını hazırlar...”

Eshilos da benzer bir duyarlılığı Persler tragedyasında sergiler ve Yunanlılara yenilen Perslerin acılarına parmak basar.

Burada söz konusu olan, merhamet duygusunu “evin dışına” yaymak ve Atinalılar tarafından düşman sayılıp “öteki” olarak görülen Troyalılar ile Perslerin acısına bakmaktır.

Hem dünün hem de bugünün asıl meselesi bence budur!

Vicdanımızın sınırlarını genişletebiliyor muyuz?

Etnik ve milli sınırlarımızın (evimizin) dışına taşan bir adalet anlayışı geliştirebiliyor muyuz?

“Evimizi” sorgulayıp demokratik/kozmopolit bir duyarlılıkla ufkumuza insanların kırılganlığını ve kim olursa olsun mağdurların acılarını koyabiliyor muyuz?

Ve ülkemiz Kıbrıs’ta bunu ne kadar başarabiliyoruz?

Bu son sorunun cevabı apaçık ortada durduğu için bu soruyu lütfen sorulmamış sayınız...          

Bu yazı toplam 2716 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar