-“Başkalarının Günahlarıyla Aziz Olamazsın!”-
Arno Gruen “İçimizdeki Yabancı” (Nefretin Kökenleri-Yabancı Olana Nefret ve Sonuçları. Çitlembik Yayınları) kitabında, yabancılara duyduğumuz nefretin aslında kendimize duyduğumuz nefretle doğrudan ilişkisi olduğunu yazar. Ona göre insanın, başka insanlara neden acı çektirip aşağıladığını anlayabilmesi için öncelikle kendi içinde olan tiksindiği şeylerle yüzleşmesi ve hesaplaşması gerekmektedir. Çünkü diyor Gruen, bir başkasında gördüğümüzü sandığımız düşman öncelikle kendi içimizde gizlidir ve biz, dışımızdaki o düşman sandığımıza karşı öfke duyup ondan nefret ederken, bir bakıma kendi içimizdeki kötücül parçayı, bize onu hatırlatan (kendimize ait) yabancıyı yok ederek susturmak isteriz. Bizi gizliden gizliye rahatsız eden ve bize yabancılaşmış olan bu kötücül parçayı, ancak onu dışımızdaki düşmana yönelttiğimiz zaman kendimizden uzak tutabiliriz.
Kendi gözlemlerinden ve araştırmalarından yola çıkarak yazdığı söz konusu kitabında Gruen, insan(lığ)ın temel sorunlarından birinin, kendi içinde yer alan bu kötücül ve yıkıcı yanının farkına varmaktan geçtiği ve öncelikle yapılması gerekenin de bu kötücül yanının kendini ezmesini engellemek olduğunun altını çizer. Bugünün dünyasının en belirgin karakteristiklerinden birinin, her şeye rağmen, hâlâ engellenemeyen -engellenmek ne kelime giderek daha da artan- kin, nefret ve öfke yüklü öteki/yabancı düşmanlığı, ırkçılık olduğu göz önüne alınırsa, Gruen’e hak vermemek elde değil. Sorun insanlık adına neredeyse barbarlık kertesine varan bu beladan nasıl kurtulacağında düğümleniyor. Yaşanan onca tecrübe ve gelişmeden sonra bunun çok kolay olmadığını Gruen de baştan kabul ediyor ve bu konuda çok iddialı konuşmaktan kaçınıyor.
Gruen’in görüşlerini kabaca şöyle özetlemek mümkün: Ona göre sorunun kökenleri insanın çocukluk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Yaygın gerçeklik, hâkim kültürün genelde çocukları, kendi beklentileri ve doğruları - iyilik, ahlâk, sevgi vb haklı(!) gerekçelere sığınarak- ekseninde sınırlandırdığı ve kimi yasaklar koyduğudur. Eğer çocuğun kendine özgülülüğü ve eğilimleri bu genel beklentilere ve doğrulara ters düşecek olursa, ’baskılamaya’ ve ‘reddedilmeye’ tabi tutulması söz konusu olmaktadır. İlginç olan ise çocuğun karşı karşıya kaldığı bu uygulamaların güya ona duyulan sevgi ve iyiliği için ve doğrular adına yapıldığıdır. (Bir an için çocuklarımızla kurduğumuz ilişkilerimizi gözden geçirelim, onların iyilikleri(!) için neler yaptığımızı, onlara kendilerine rağmen hangi roller biçtiğimizi, neleri dayattığımızı bir hatırlayalım) Bu nedenledir ki çocuk kendi özüne, özgülülüğüne ve eğilimlerine rağmen yaşadığı -yaşamak zorunda bırakıldığı- bu zorunlu varolma biçiminde kendini “bir kurban gibi hissetme hakkına da sahip değildir”. Durum böyle olunca diyor Gruen, “kurban konumunda olma, bilince geçmeyen ve insanın kendi yaşam deneyimlerini yabancı bir şey olarak kendisinden uzaklaştırmak ve inkâr etmek zorunda kaldığı bir durumun kaynağı haline gelir.” Ve nihayet insanın kendine özgü olan özelliklerinin ve eğilimlerinin ‘baskılanması’ ve ‘reddedilmesi’; ona bu özelliklerinin ve eğilimlerinin “değersiz, aptalca ve bayağı” olduklarının öğretilmesi, onları terketmesini, kendine yabancılaşmasını ve giderek onlardan -aslında kendinden- utanmasını ve dahası utanç duyduğu bu özelliklerini ve eğilimlerini kendinden kopartıp bir başkasına ,’yabancı’ya, ‘öteki’ne- yöneltmesini ve onun varlığında cezalandırmaya çalışmasını getirir. Gruen’in buralardan çıkardığı sonuç ise “insanlığımız(ın) böylece varlığımızı tehdit eden ve her yerde, hem kendi içimizde, hem başkalarında mücadele edilip yok edilmesi gereken bir düşman halini” aldığıdır.
Bir akademisyen ve psikanalist olan ve psikoterapi alanında çalışmalar yapan ve daha çok da hastalarından yola çıkarak sonuçlara varan A.Gruen’in, sorunu ağırlıklı olarak psikolojik zeminde tartışması anlaşılır bir durumdur. Ancak sorunun sadece psikoloji ile sınırlı olmadığı da aşikârdır. Nitekim ‘yabancı’ ya da ‘öteki’ olmanın ve ‘düşman’ olarak bellenmenin sıkıntısının hemen her toplumda yaşandığı sıklıkla gözlemlenen bir durumdur. Örneğin Türkiye’de bir ‘Ermeni’ vatandaş olarak ‘öteki’ (yabancı) olmanın sıkıntılarını doğrudan yaşayanlardan birisi olan yazar Etyen Mahcupyan, “İçimizdeki Öteki”(İletişim Yayınları) kitabında, ‘öteki’ (‘yabancı’) kavramının toplumsallaştırılmasından, sosyolojinin, tarihin ve siyasetin konusu haline getirilmesinden söz eder. Bu kavram(lar)ın, özellikle ulus-devletler çağında ve uluslaşma sürecinde milliyetçilik ideolojisi tarafından nasıl kullanıldığını; nasıl hep olduğu gibi ‘doğruluk’ ya da ‘iyilik’ adına bu kavram çerçevesinde sınırlamalar ve yasaklamalar getirildiğini (yani ‘baskılama’ ve ‘reddedilme’ yaşandığını); ve sonuçta nasıl salt etnik bir öze indirgenen bu ‘doğruluk’ ve ‘iyilik’ tanımlamalarının, aslında kötülüğün içselleştirilmesine ve meşrulaştırılmasına yol açtığını, yani kendinden başkasını (‘öteki’,‘yabancı’) düşmanlaştırarak felaketler yarattığını anlatır. Ve bütün bunlardan hareketle de sadece kendimizle sınırlı ve sadece kendimizi gözeterek anlam kazanan ‘iyilik’ ya da ‘doğruluğun’; asıl ‘öteki’ (‘yabancı’) ile ilişkilerimizde ve ona karşı davranışlarımızın mahiyetiyle anlam kazanacağını belirterek; ancak böylesi kuşatıcı -dışlayıcı değil- bir anlayışın içselleştirilmesi ve bu bağlamda kendimizle açık yüreklilikle yüzleşmemiz ve hesaplaşmamız halinde “sadece öteki’ni değil, kendi gözümüzde kendimizi de daha sevebilir” duruma gelebileceğimizin altını çizer. Mahcupyan’ın daha çok ulusal-toplumsal ve siyasal-ideolojik düzlemde; Gruen’in ise ağırlıklı olarak bireysel ve psikolojik düzlemde sorguladığı bu ‘yabancı-öteki’ sorunun kesiştiği ortak noktanın tam da bu yürekten yüzleşme ve hesaplaşma zorunluluğu olduğu çok açıktır. Bu nedenledir ki, çıkış yolunun buradan geçeceğini -şüphesiz sadece bununla sınırlı kalmayacağını- söylemek yanlış olmasa gerektir.
Sorunun toplumsal-siyasal-ideolojik boyutunu teslim ederek yeniden Gruen’e dönecek olursak; onun söz konusu çalışmasında çözüm adına büyük laflar etmek ya da devrimci yaklaşımlar, mutlak doğrular ve kesin çözümler ortaya koymak yerine çok daha basit ama bir o kadar da çarpıcı önermede bulunduğu görülür: “Gündelik girişimlerimizde kendimizi yüreğimize her zaman ve her fırsatta daha fazla adayabilme cesaretini göstermek”. Doğrusu ya, bireyin gündelik yaşam içerisinde ve gündelik ilişkilerinden itibaren kendisiyle, vicdani ve ahlâkî yanı ağır basan, açık yüreklilikle yüzleşmesi ve hesaplaşması demek olan bu yaklaşımın ve anlayışın, büyük laflar etmekten, siyasal-ideolojik tespitlerde bulunmaktan - çünkü büyük laflar ve siyasal-ideolojik tespitler çoğunlukla rezillikleri örten, arkasına sığınılan kılıflar olarak işlev görürler ya da öteki’ni suçlamanın gerekçeleri olarak kullanılırlar- çok daha önemli olduğunu söylemek mümkün.
Eğer sorunları, sorumluları, yanlışları, kötüleri ve düşmanları hep kendi dışımızda arıyor ve orada buluyorsak; dünyaya ve yaşama dair bütün olumsuzlukları kendi dışımızda gerekçelendirip bunu başkalarının (öteki’lerin, yabancı’ların,) üstüne yıkıyorsak, yetmiyor buna siyasi-ideolojik kılıflar uyduruyorsak ve bütün bunlara rağmen hâlâ felaketlerden kurtulamıyorsak, acaba aradığımız suçlu başka bir yerde saklı olabilir mi? Daha yalın ve anlaşılır olabilmek için belki kendi ülkemize ve kendi gündelik yaşam alanlarımıza ve oradaki ilişkilerimize bakmak, buradaki örneklerden hareketle değerlendirmelerde bulunmak daha yararlı olabilir. Söz gelimi bir yandan doğa talan ediliyor diye haykırıp duruyor, diğer yandan da bu talancıların arsız müşterileri ya da bizatihi talancıların kendisi oluyor, dağ bayır dinlemeden dikilen/diktiğimiz villalarda oturuyorsak; bir yandan hiçbir liyakati olmayanların sırf sadakat nedeniyle sahip oldukları makamları eleştiriyor, diğer yandan liyakattan azade aynı sadakati gösterip kendimiz makam talep ediyorsak ve bunu hakkımız sayabiliyorsak; bir yandan bu düzenin bir ganimet düzeni olduğunu söyleyip diğer yandan bu ganimet düzeninden pay almak için koşturuyorsak; bir yandan partizanlığa karşı çıkıyor diğer yandan partizanlığın dik âlâsını yapıyorsak, kısacası söylediklerimiz başka yaptıklarımız başka, ya da inandıklarımız başka yaşamlarımız başka hava çalıyorsa; yüce ideallerimiz, yüksek siyasetlerimiz, büyük ve kutsal inançlarımız rezilliklerimizin kılıfı ya da salt öteki’ni suçlamanın/düşmanlaştırmanın gerekçeleri haline geliyorsa, gündelik yaşam alanlarındaki ilişkilerimizden başlayarak her düzlemde öncelikle yüzleşmemiz ve hesaplaşmamız gereken kendimizden başka kim olabilir ki?
Bireysel ilişkilerden çok daha geniş ölçekli ve kapsamlı ilişkilere varana kadar, mikro olandan makro olana her alanda ve her olayda yaşanan sorunlarda, bütün suçu ve günahı öteki’ne yüklemenin, bu anlayış ve zihniyetle çözüm aramanın, o sorunları yeniden üretmekten ve derinleştirmekten öte bir işe yaramadığı çok açık. Aşikâr olan şu: Çok uzağa gitmeden, önce kendimizle, kendi günahlarımızla, açık yüreklilikle, sahici ve samimi olarak yüzleşmemiz gerekiyor.
Anton Çehov’un sözüdür:
“Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsın!”
Bırakalım aziz olmayı, bugün hâlâ en büyük mesele ‘insan’ olabilmekte.