Başkasını Sevmenin Güçlükleri
Başkasının acısından bir şey öğrenmeye niyetli insan kendini dönüştürebilecek insandır. Zaten böyle bir gözlemde öğrenilebilecek asıl şey kendi içinde aynı kötülüğü yapabilecek bir yönünün olup olmadığıdır.
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Güçlü ol: yoksa, büyümek için hep başkalarını kullanmak zorunda kalırsın.
Friedrich Nietzsche
Bir insanın ya da bir toplumun hakiki bir varlık sürdürerek yaşaması, mutlu olması ve başkalarına da mutluluk verebilmesi için çağını anlaması ve onun sorumluluğunu alması gerekir.
Bugün insanların ne kadarlık bir bölümü çağını anlamakta ve onun sorumluluğunu alabilmektedir? Herkes farklı bir açıdan dünyayı yaşayıp baktığına göre çağını nasıl anladığı ve yaşadığı da değişebilir. Ama hemen görecelik tuzağına kapılmayalım. Ne kadar ayrı ayrı gerçeklere sahip olsak da bu gerçekler de birbirileriyle dinamik bir etkileşim içinde. Ve bizim bireysel dediğimiz gerçekleri etkileyen çok güçlü bir toplumsal, siyasal iklim de mevcuttur.
Bireysel yaşantılarımızın kaygılarımızın, zevklerimizin, acılarımızın, yaşam biçimlerimizin dışımızdaki yaşamdan, toplumdan etkilendiğini teoride kabul edebiliriz. Bu hiç de zor değildir, ancak pratikte bu etkiyi gerçekten öyle kolayca anlayabilir ve kabul eder miyiz? Çünkü bu etkiyi pratikte anlayıp kabullenmenin ve ona göre bir takım tutum ve davranışlar geliştirmenin de büyük zorlukları vardır. Örneğin herkesin eşitliğine ve insan haklarına teoride inanabiliriz ancak bunu günlük yaşamımızda etkin hale getirebilmek ve gerçekten uygulayabilmek kolay mıdır?
İşte çağlar boyunca insanları ve toplumları ilgilendiren başlıca soru şu olmuştur ya da olmalıdır: ne ölçüde mutluluğum kendi ellerimdedir ya da olmalıdır? Bulunduğum toplumun, çağın krizlerinden kendimi soyutlayıp gene de dinginlik ve neşe içinde yaşayabilir miyim? Bulunduğum toplumsal iklimin akışına kapılıp sürüklenmeli miyim? Yoksa mutlu olmak için dışımdaki dünyayı da değiştirmem gerekir mi? Her koyun ne ölçüde kendi bacağından asılır?
O halde bu sorunla bağlantılı başka bir soru da şudur: Bulunduğum toplumun genel ruh hali de ne ölçüde o toplumun kendisi tarafından belirlenir? Biz kendi kendimizi mi belirleriz, yoksa dışımızdaki etkenler bizi belirlemede daha mı belirleyicidir? Özünü, kaderini ve kim olduğunu belirlemekte kendi irade gücümüze inanırız? Bu doğru mudur? Bir ulusun etrafında bulunan diğer uzak ya da yakın komşuları bir toplumun ne ölçüde iyiliğine ya da kötülüğüne etki edebilir?
Bertrand Russel, Faşizmin Baba Soyu adlı denemesinde “Gururu öldürücü yara almış hiçbir insan aklı başında düşünemez ve eğer bütün bir ulus delirirse, bunun kabahatini, o ulusu bile bile küçük düşürmüş olanlar yalnız kendilerinde aramalıdırlar” der. Demek ki bırakalım bir ulusun kendi bireylerinin ruh halini bazen onarılmaz biçimde mahvetmesini, başka uluslar bile o ulusun yoldan çıkmasına neden olabilir. Örneğin Almanlarda Birinci Dünya Savaşından sonra güçlenen faşizmin en büyük sorumluları onları ağır ekonomik bir bunalıma sürükleyen İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği itilaf devletleri olmuştur. Bunu Alman haklının gururunu yerle bir ederek, onlarda çok derin bir nefret oluşturarak yapmışlardır.
Kendimizi toplumlar, milletler olarak izole olmuş topraklarda yaşayan ve kendi kaderini ve esenliğini tayin eden bütünlükler olarak görme eğiliminde olsak da, çevremizdeki ulusların bizim varoluşumuza etkileri sanılandan çok daha büyük olabilir. Ne de olsa dünya bir bütündür ve her parçası birbirini ayrılmaz bir şekilde etkilemektedir. Ancak başka bir ulusa zarar veren ülke çoğu zaman bunun sonuçlarının farkında olmaz ve ‘kazanmış’ olduğunda her şeye hakkı olduğuna inanır. Komşusuna zarar veren ne ölçüde kendi çıkarlarını korumuştur? Zarar verme kavramı bile çetrefillidir. Belki komşu ülkeye vereceğim zarar onun halkına ya da ezilen bir sınıfa yarar getirebilir.
Bundan şu sonuçları çıkarabilirdik: ‘Herkes komşunu kendisi gibi sevmeli ve korumalıdır. Dünyada savaşlara son vermeliyiz. Başka ülkelerin halklarının acıları benim de acılarımdır.’ Peki bu sonuçlardan evrensel bir etik, bütün insanlar ve canlılarla bir kardeşlik ruhu hissi doğurabilir miyiz? Evet öyle görünüyor. Ancak gerçekte bu da çok yüzeysel bir etik anlayıştır. Eğer başkalarını evren bir bütün olduğu ve sonuçta onların gördüğü zarar beni de etkileyeceği için sever ve korursam aslında gene bencilce kendimi düşünerek davranmış olmuyor muyum? Eğer benim iyi olmam senin iyi olmandan geçiyorsa ve bunun gözeterek iyi davranıyorsam bu hakiki bir iyilik midir? Bu, çıkarcılığın daha soylu bir maske takmış bir biçiminden başka ne olabilir?
Başkasını ‘Başkası’ Olarak Sevmek
Bana öyle geliyor ki, başkalarını tam da başkası olduğu için, bana hiçbir faydası dokunmasa dahi sırf var olduğu için eşsiz ve değerli buluyorsam, kendi çıkarlarımla ilişkilendirmeden onu seviyorsam bu gerçekten hakiki ve güzel bir sevgidir; sonucu ne olursa olsun, bana fayda da verse zarar da.
Peki. Bunu kabullenmek kolay mı? Sırf var olma hakları olduğu için bana zarar verme ihtimali olan bir insanı, bir ulusu sevebilmem mümkün mü? Ya bunu yapmak yanlışsa? Günün sonunda sevip kolladığım kişiler ya da uluslar benim haklarımı gasp edip beni yok etmeye kalkarsa bu enayilik olmaz mı? İşte burada hiçbir mantıklı argümanın ispatlayamadığı bir etik sıçrama gerekli. Akıl ve mantığın asli görevi benim varoluşumu ve çıkarları mı korumak değil midir? Hiçbir “akla” başkasını sadece kendisi olduğu için sevmesini öğütleyemezsiniz. Başkasını sevmek için mantıklı ve aynı anda bencilce olmayan bir temel bulmak mümkün değildir. Bu temel kendini aşan, kendi varlığını gerçek anlamda ‘görmeyen ve bilmeyen’ bir insan olmayı gerektirir. İşte bu belki de dünyanın ihtiyaç duyduğu politik bir paradokstur. Kaldı ki başkalarını olduğu gibi görüp sevsem dahi bu onlarla çatışmayacağım anlamına gelmez. Sanırım dünyayı kurtaracak anlayışta burada saklıdır. Bir ülkeyi ya da insanı seviyor olsam dahi onu her yaptığını onaylamak ya da beğenmek zorunda değilim. Bazen onlara karşı çıkabilir ve hatta yoğun bir çatışmaya girebilirim onlarla.
Ancak bu hiç de kolayca cevap bulunacak bir soru değil. Başkalarını sevmek onların benim yaşama hakkıma müdahalesi karşısında sessiz kalmak değildir. Ancak başka ülkelerin ya da kişilerin hangi noktada yaşama hakkımıza müdahale ettikleri de zorlu bir tartışma konusudur. Bu kolayca bir ülkenin otokrat liderleri ya da faşist hükümetleri tarafından sömürebilecek bir haktır. Bayrağınızı ya da kutsal kitabınızı yaktıkları için dahi bir ülkeye savaş ilan edebilirsiniz.
Bugüne kadar gelen bütün komşunu ‘kendin gibi sev’ öğretileri ahlakın köklerini parçalamıştır. Mesele tam da ‘kendini sevmekle’ ilgili değil mi zaten? İnsan kendini sever çünkü kendisini herkesten daha çok yaşar ve bilir, kendi haklarını korumak doğal, içgüdüsel bir gereksinimdir. Ancak kendini doğal bir şekilde seven kişi çevresindeki insanlardan kolayca kendisini ayıramaz ve ailesini, arkadaşlarını, ülkesinde yaşayan insanları da benliğinin bir parçası olarak hisseder. Bu yüzden tanık olduğu her acı ve zorluk karşısında insani bir şefkat duymaktan kendisini alamaz. Tabii ki buradaki doğal insan, kendi bilinçli kapasitesini duyumsayarak yaşayan, zihin dünyası canlı ve işleyen bir insandır. Ayn Rand’ın düşünen insan dediği insandır. Fakat Ayn Rand ekliyor: ‘Eğer bazı insanlar düşünmeyi tercih etmezse, fakat eğitilmiş hayvanlar gibi başkalarından öğrendikleri ses ve hareketleri tekrarlayarak, asla kendi işlerini anlamak için bir çaba göstermeden hayatta kalırlarsa, onların hayatta kalması, onların tekrarladığı hareketleri düşünmeyi ve keşfetmeyi tercih edenler tarafından mümkün kılınmaktadır. Bu gibi parazitlerin hayatta kalması tamamen tesadüflere bağlıdır; onların odaklanmamış beyinleri kimi taklit edeceklerini, kimin hareketlerini takip etmenin güvenli olacağını bilemez. Bunlar; kendilerinin terk ettikleri sorumluluğu (bilinçli olma sorumluluğunu) üzerine almayı vaat eden herhangi bir yok edicinin arkasından uçuruma doğru yürüyen insanlardır.” (Ayn Rand, Bencilliğin Erdemi)
Rand, kendini bilmeyen, tanımayan, düşünme kapasitesi olmayan bir insanın aslında kendisini sevemeyeceğini söylemiş oluyor bu sözleriyle. Çünkü bana zarar verecek bir başkasını bilinçsizce takip edebiliyorsam nasıl kendimi sevebilmiş olabilirim? Bir şeyi sevmek, onu korumak ve iyi yönde gelişimini sağlamak iradesini içermez mi?
Ancak kendisini sevmenin başka bir biçimi de var. Kişi kendi varlığını başkaları karşısında yüceltilecek, en avantajlı durumda tutacak bir anlayışla kendine taparcasına, narsistçe bir tutumla da sevebilir. Bu doğal bir sevgi değildir, yapay, zorlanımlı ve hakiki olmayan kendi benlik imajımızı severiz bu durumda. Yapaydır çünkü onu biz kendi zihnimizde inşa etmişizdir. Hakiki değildir çünkü kendimizi kusurlarımızla değil olmasını istediğimiz insan olduğumuza inandırarak sevmişizdir.
O halde burada iyi ya da kötü olma meselesinin ötesindeki bir şeye bakmak gerekmektedir. O da kim olduğumuzdur. Ormandaki bütün bitkiler yok edilir ve tek bir ağaç ekilirse (ki şu anda endüstriyel ormancılığın çoğu yerde yaptığı budur) bütün o ağaçlar varlık haklarını diğer başka bitkilerin hakkı pahasına gasp etmiş olurlar. O zaman tek ağaç deyim yerindeyse “kötü” ağaç olmuş olur. Kendi iradesine sahip çıkmayan, bulunduğu toplumun nereye gittiğini, yaptığı şeylerin gerçek sonuçlarını anlamayan ve sadece kurtarıcı liderlere boyun eğen bir halkın da o ağaçlardan farkı kalmaz.
Türkiye’deki son seçimlerde bunun trajik bir örneğini gördük. Bu kadar başarısız bir iktidar neredeyse oyunu hiç kaybetmeden beş yıl önceki seçimde aldığı yüzde 52’lik oy oranını koruyarak yeniden seçildi. Bu iktidara oy verenlerin, Rand’ın deyimiyle ‘herhangi bir yok edicinin arkasından uçuruma doğru yürüyen insanlar’ olduğunu söyleyebilir miyiz? Kurtarıcı baba kompleksini aşamamış, bireyleşip kendi varlığının sorumluluğunu alamamış toplumlar ekonomik, siyasal ve toplumsal çöküşten kaçabilir mi?
Kim olduğumuz sorunu insan oluşumuzun önüne geçmiş oluyor. Hepimiz insan olarak doğduk ancak kim olduğumuza biz karar veririz diyen varoluşçuları takip edersek, olmaya karar verdiğimiz insan bizim varlığımızın özüdür. Biz bu seçimiz, bu kararız. Ve bunun bütün acı, tatlı sonuçlarını biz yaşayacağız. Ya var olacağız ya yok olacağız. Çünkü hiçbir gerçek seçim keskin, yaşamsal öneme haiz sonuçlardan kaçamaz. Her seçimimizle biraz daha fazla insan ya da biraz daha az insan olmaya doğru evriliriz ya da aynı yerde sayar dururuz ki bu da bir gerilemedir aslında.
Toplumların ya da bireylerin birinci önceliği her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak ve çoğalmak olduğu zaman, mekanikleşme ve bireysellik kaybı kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Karınca kolonilerinin başarılarındaki en büyük etken bireysellikleri olmadan sadece kolonileri için var olmalarıdır. Ancak insanları bekleyen ve ruhlarının çağırdığı çok daha ulvi görevler vardır. Bu yüzden mekanik değil yaratıcı olmak durumundayız. Chomsky, ‘Önündeki küplerle bir şeyler inşa etmek, yeni bir şeyler öğrenmek ya da karşısına çıkan işi yapmak istemeyen bir çocuk görmedim hiç. Yetişkinlerin böyle olmamasının tek nedeni de, onlardaki bu isteği yok etmiş olan okullara ve diğer baskıcı kurumlara gönderilmiş olmaları galiba.’ derken bu gerçeğe işaret ediyor. Yetişkin toplumsallaşma sürecinde bireyselliğini kaybetmiş ve mekanikleşmiştir.
Tabii ki bu bireyler yaşamları boyunca derin bir suçluluk hissi yaşamaya mahkum olurlar. Başkalarına karşı olan görevlerini yerine getirirken kendi bireyselliklerini, özgün ve yaratıcı benliklerini ihmal etmenin suçluluğudur bu. Gerçek ahlaki suç başkalarına karşı değil öncelikle kendimize karşı işlediğimiz suçtur. Çünkü kendine karşı suç işlememiş bir insan başkalarına karşı da suç işleyemez. O yüzden Rand aynı kitabında şöyle demektedir: ‘Kişinin kendi mutluluğu, kişinin hayatının ahlâkî amacı olduğundan, kendi hatası nedeniyle bunu başaramayan, kendi yetersizliği nedeniyle onun için mücadele edemeyen bir kişi ahlâken suçludur.’
Bu suçun cezası kişinin mutsuzluğudur. Dışardan hiçbir merci ne bu suçu bilir ne de ona ceza kesebilir. Burada garip bir ikilem var: insan en büyük suçu kendisine karşı işlese de onun etrafındakiler de bunun acısını çeker. Var olmaktan kaçan ve türlü nevrotik araçlarla kendisini bu suçtan koruyan kişi gene de eninde sonunda hem kendine hem de başkalarına yıkıcı mutsuzluklar yaşatır.
Bunların hepsi nihayetinde kişinin kendi iç dünyasında, düşünce ve duygularında meydana gelir, ancak çerçevesini toplumun çizdiği bir yaşamdır bu. Böylece en baştaki soruya dönmüş oluruz: Bugün insanların ne kadarlık bir bölümü çağını anlamakta ve onun sorumluluğunu alabilmektedir? Bir ucu kendi bireysel yalnızlığımıza diğeri ise çevresindeki en yakın insanlardan uzak ülkelere ve hatta sonsuz evrene açılan bir dünyanın kutupluluğunda yaşarız. Dışarı doğru açılımlar içeri doğru geri çekilişlerden beslenirler.
O halde hiçbir sorun salt toplumsal ya da bireysel olarak ele alınamaz. Bize sorunları bu uçlardan birine odaklanarak tartışan bütün öğretiler ve yollar bizi yanılgıya götürürler. Filozof sıradan insan olmalı, sıradan insan da filozof olmalıdır. Fakir zengini zengin de fakiri sevdiğinde barış olacaktır. Sadece biri ötekini değil. Ancak fakirle zengin, sıradan insanla filozof, beyaz insanla siyah insan arasındaki fark da ortadan kalkmadığında yani gerçek yaşamsal koşullarında yakınlaşma olmadığında bu dünyaya acı vermeye devam eder.
Hiçbir acı bulunduğu yerde kalmaz. Acının her türü bireyin kendi içinde de diğer bireylere doğru da bir akım içinde yol alır. Çevremizdekilerin acılarına gözlerimizi kapamak bizi daha vicdansız ve sonunda da acı çekme yeteneği yok olmuş insanlar haline getirir. Acı çekmeyen, çekemeyen bir insan gerçekte insanlığını kaybetmiştir. Çağdaş toplum bize acıdan, başkasının acısından kaçmayı, onu görmemeyi, duymamayı, umursamamayı öğretirken nasıl insan olmamızı bekleyebilir ki?
Oysa ki her gün televizyonlardaki vahşet haberlerini ve savaşları izlerken bize olan çoğunlukla budur. Bir psikolojik gerçeğe göre aynı uyarıcıdan sürekli aynı biçimde etkilenmezsiniz, tekrar eden düzenli uyarıcılara olumlu ya da olumsuz da olsalar bir süre sonra ‘alışırsınız’. Susan Sontag’ın dediği gibi,: “Başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olmak, gazeteciler diye bilinen profesyonel, uzman turistlerin bir buçuk asrı aşkın sürelik maceralarında gittikçe katlanan birikimleriyle doğrudan ilintili olan, esaslı bir modern deneyimdir. Öyle ki artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükûnet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır.” Aynı isimli kitabında Sontag acıya bakabilmeyi tartışırken şu inanılmaz çarpıcı tespitte bulunuyor: "Acının en akıl almaz ve aşırı boyutlardaki görüntülerine bakabilecek insanlar, sadece o acıyı hafifletmek için bir şeyler yapabilecek konumda olan ya da o resimden bir şeyler öğrenmeye niyetli kişiler olabilirler. Onların dışında hepimiz -kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun- birer röntgenciyiz."
Bir şeyden öğrenmeye, daha da zoru başkasının acısından bir şey öğrenmeye niyetli insan kendini dönüştürebilecek insandır. Zaten böyle bir gözlemde öğrenilebilecek asıl şey kendi içinde aynı kötülüğü yapabilecek bir yönünün olup olmadığıdır. Öğrendiğimiz kendimiziz. Bu bize güç verecek bir öğrenmedir ve Nietzsche’nin yazının başında alıntıladığım gücüyle kast ettiği şeydir. Başkalarını kullanmaya ihtiyaç duymayacağımız kendi içsel gücümüze ulaşmak.