BAŞLADIĞIMIZ YERE DÖNMEDEN…
İslamofaşizm hayatın her alanında görünürlüğünü ve bireysel, toplumsal özgürlüklere müdahalesini daha fazla hissettirdikçe laikçilerin başlangıçtaki müstehzi ifadeleri daha güçlü homurdanmaya dönüşüyor: “Bakın, biz dememiş miydik böyle olacağını? Biz dememiş miydik laikliğin, vazgeçilmeyecek bir teminat olduğunu!”
Lafı eğip bükmeden öncelikle şunda anlaşalım: Evet, İslamofaşizm azgınlaştıkça azgınlaşıyor ve toplum bu azgınlık karşısında siner, içine kapanır, ürker ve teslim olursa artık ülkeden geriye kurtaracak hiçbir şey kalmaz…
İslamofaşist rejim, elindeki bütün güç ve imkânlarla devleti ve toplumu tam gaz İslamcılaştırmaya çalışırken, rejimden nemalanmaya çalışanlar da hem “uyum kapasitelerini” sergilemek, hem de bu elverişli, puslu havadan istifade akıl dışı tüm dayatmalarını toplumun tüm kesimlerine boca etmeye başladılar. Baskı arttıkça, sağda solda İslamofaşist saldırılar çoğaldıkça, laik kesimde yükselen korku ve endişe, bu homurdanmaların daha da güçlenmesine, muhalefetin Kemalist retoriği “yeniden keşfederek” daha güçlü sarılmasına ve yıllar sonra yeniden başladığımız yere dönmemize yol açıyor…
Doğru telaffuz etsin ya da edemesin, sokakta çevirip soracağınız hemen herkes, temel eğitim ezberiyle laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geldiğini söyleyecek, birçoğu da laikliği demokratik cumhuriyetin teminatı olarak gördüğünü ifade edecektir. Bu ezberden bir adım öteye gidemediğimiz için “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı” bir ülkede Diyanet İşleri denilen “devlet kurumunun” neden ve nasıl varolabildiği meselesini tartışamadık yıllarca. Aslında değişen bir şey olmadığını, sözde “laik” ülkede devleti elinde tutan eski anlayışın da, yeni İslamofaşist anlayışın da aynı noktada durduğunu, devlet gücünü kullanarak dini dilediği gibi kontrol altında tuttuğunu, bunun başımıza gelen bunca şeyin nedenleri arasında belki de ilk sırada geldiğini konuşamadık…
Eski rejim, İslamcı bir kalkışmadan, karşı devrimden korkuyordu. Bu nedenle dini kontrol altında tutabilmek için Halifelik ve Şeyhül İslamlık kurumlarını ortadan kaldırmış fakat yerine Diyanet gibi bir heyulayı oluşturmuştu… Yeni İslamofaşist rejimin ise en büyük korkusu eskiye dönmek, 15 yılda elde ettiği mevzileri kaybetmek ve artık tamamen avucuna aldığı devleti yeniden elinden kaçırmak… Her ikisinin de elindeki güç; devlet ve devletin tüm kaynakları, olanakları…
Eski rejimin de yeni rejimin de, yurttaşlarının nasıl yaşayacağına, nasıl düşüneceğine, nasıl giyineceğine, nasıl bir eğitim göreceğine, ibadetini nasıl yapacağına, cinselliğini nasıl yaşayacağına dair reçeteleri oldu hep. Herkesin herkesten ölümüne korktuğu, nefret ettiği bir coğrafyada herkesin kendi payına düşen özgürlüklerle yetinebilmesinin nedeni, “ötekilere” de kendisine tanınandan daha fazla bir özgürlük alanı tanınmadığından emin olmasıydı. Ne zaman ki bir kesim azıcık daha fazla özgürlük alanı kazandı, karşıtları hemen homurdanmaya başladılar. Acı olan şu ki, ötekinin kazandığı sınırlı özgürlükleri, kendi özgürlük alanının genişletilmesi için bir fırsat olarak görmedi kimse. Bilakis, karşıtının sınırlı özgürlüklerinin budanması için harekete geçti insanlar. Eski rejim için de, yeni İslamofaşist rejim için de en elverişli iklimi yarattı bu… Herkesin birbirinden nefret ettiği bir ülkeyi yönetmek kadar kolay ne olabilir ki?
İslamofaşizmi besleyen muhafazakâr tabanın eskiye dönme korkusu, AKP’nin seçmen konsolidasyonunda en önemli etken. Ama tehlikeli bir oyun bu. Rejim seçmeninin gönlünü hoş etmek için her gün biraz daha fazla İslamcılık enjekte ettikçe, seçmen tabanındaki radikalleşme derinleşiyor. Radikalleşme derinleştikçe, İslamofaşist rejimden beklenti artıyor ve bu birbirini besledikçe ülkenin uçuruma sürüklenme hızı da artıyor.
Din- Devlet ilişkisini gerçek anlamda ayrıştırmanın mücadelesini vermek yerine, devletin İslamcıyı kontrol etmesini yeterli bulan, “laikliği” yaşam tarzına müdahale edilmemesine indirgeyen yaklaşımla geldik bugüne…
Din ve devlet işlerinin ayrı olduğu ileri sürülen bir ülkede bütçeden çok yüksek paylar alan Diyanet gibi tuhaf bir kurumun varlığını, bu kurumun sadece Sünni İslam’ın sözcülüğünü yapmasını, bu kurum bünyesinde “din hizmeti” sunan onbinlerce imamın devletten maaş almasını, zorunlu din derslerini, her sokağa bir cami dikilmesini tartışmadık… Din işlerine karışmaması gereken devletin, sadece Sünni İslam’ın propagandasına televizyon kanalı tahsis etmesini tartışmadık. Kendimizce bir İslam tarifi yapıp, ülkedeki milyonlarca Müslümanın devlet tarafından yapılan bu İslam tarifine göre yaşaması gerektiğini düşündük. Tıkandığımız noktada “gerçek İslam bu değil” argümanına sığındık.
“Tarifimize uyan dindar insanlardan zarar gelmeyeceği” vehmine kapıldık. Öyle ki, “inançları ve inançlarını yaşayış biçimleri tarifimize uysundu”, yeter ki solcu, sosyalist, komünist, Allah muhafaza ateist olmasındı insanlar…
Eski rejim kendince bir dindar tarifi yaptı ve Müslümanları bu sınırlar içerisinde tutmaya çalışırken topluma “kontrollü” dindarlık enjekte etmekten kaçınmadı. “Tespih çeken eller tetik çekmezdi ne de olsa…” Çoğumuz da sevdik bu dindar tarifini… Namazını kılsındı, orucunu tutsundu, başını evinde, üstelik annelerimizin örttüğü gibi (!) örtsündü ama etrafındaki kimseye bulaşmasın, inancını görünür kılmasındı…
Ama işte İslam ve İslamcılar bizim tarifimizin belirlediği sınırlar içerisinde kalmak istemediler. Gücü ele geçirdikleri anda da onlar kendi tariflerine uygun bir toplum inşasına koyuldular.
Şimdi kendi tarifine uygun giyinmeyen kadını fahişelikle yaftalayan, kendi tarifine uygun yaşamayan insanları şuursuzlukla değerlendiren rejim, toplumun İslam dozunu kendi tarifine göre ayarlamaya çalışıyor.
Bir sır vereyim: Devletler dinlere aşıktır… Ölümcül, marazi bir aşktır bu üstelik. Devlet dinsiz yapamaz ve dini kontrolü altında tutmak, tıpkı bir uyuşturucu gibi topluma uygun gördüğü dozlarda kendi elleriyle enjekte etmek ister hep…
Peki başa dönmeden nasıl baş edeceğiz bu marazi durumla?
Devlet ile dini gerçek anlamda, kesin çizgilerle birbirinden ayırarak ve dayatmalara dayalı bir yapıdan hızla uzaklaşarak elbette… Dine, dinlere, dindarlara, dinsizlere, farklı inanışlara gerçekten eşit mesafede duran, onları zapt-u rapt altına almaya çalışmayan bir devlet mekanizmasıyla elbette…
Yaşam tarzınızın güven altında olmasını mı istiyorsunuz? Devletin İslamcıların kontrolünde toplumu dönüştürmesinden mi korkuyorsunuz? İslamcıların şeriat devleti kurmasından mı çekiniyorsunuz? Bütün bunları engellemenin yolu var: din ve devlet işlerinin gerçekten ve kesin çizgilerle birbirinden ayrılması…
Diyanet lağvedilmeden, devlet bütçesinden Diyanete büyük paylar aktarılması önlenmeden din ve devlet işleri birbirinden ayrılamaz…
Devlet televizyonunun Sünni İslam’a kanal tahsis etmesine son verilmeden, imamlar devlet memuru statüsünden çıkarılmadan, zorunlu din dersleri kaldırılmadan din ve devlet işleri birbirinden ayrılamaz…
Aksi takdirde döner dolaşır, başladığımız yerde debelenir, biti kanlanan İslamofaşistlerin bir gece boğazımızı kesmelerini bekler dururuz… Geriye ne biz kalırız, ne ülke, ne devlet…