Başroldeki ben
Sözcüklerle tanımladığımız, yön verdiğimiz bir dünya var diye düşündüm bugün. Cümleleri farklı kursak başka bir düzlemde olacağız belki. Arkadaşımla kendime dair bir durumu paylaşıyorum ve dehşet içinde, kötü bir hastalığa kapılmışım gibi davranıyor bana. Cümleleri farklı oluştursa, durumu bir hafiflik içinde algılasa, başka bir yere oturtsa belki de bir rahatlama olacak. Ölümle ilgili ritüellerde bile kurulan cennet anlatıları biraz da acıyı yatıştırma araçları değil midir? Ya da evde birşey kırılınca “şans getirir” türünden yaklaşımlar bir anlamda sözcüklerin hafifletici gücünden yardım almak değil mi? Kendimize, dünyaya dair kurduğumuz cümleler, oluşturduğumuz anlatılarla geleceğe inceden yön veriyoruz . Böyle bir oyun oynamıştım geçen gün. Aynı olaya farklı ayrıntıları seçerek, farklı kelimelerle yaklaşmayı denemiştim. Sonuçta hep böyle olmuyor mu? Ortak bir yaşanmışlık hakkında değişik insanların birbirinden farklı anlatılar kurduğunu gözlemişsinizdir. Aynı olaydan kimi durumlarda hem trajik hem de komik bir hikaye çıkarmanın olası olduğunu yazarlar çok iyi bilirler.Çok öfkeli birisine, cıvıltılı bir sesle telefon açıp, sevgi ve şefkatle bezenmiş hafif dalgacı bir tonda kalbini eritmek, bir olayın ya da ilişkinin gidişatını değiştirmek pekala mümkündür.
Bazen herkesin çok iyi bildiği bir durum sözcüklere dökülmez. Onların gerçeği görünür kılan gücünden korkulur. Üzerinde konuşulmadığı için, yokmuş, olmamış gibi davranılır. Bazı evlerde, sessizlikle arındırılmış böylesi sırlar gizlidir.
Başkalarındaki beni, onların bana dair algılarını sıklıkla düşünürüm. Şu başa bela, sevilmek ve onay görmek isteği olmalı buraya takılmamın nedeni. Beni farklı ruh hallerimde ve değişik ortamlarda tanıyan iki kişi biraraya gelip konuşsa belki de iki farklı insanı anlatıyor olacaklardır. Bir de insan bir başkasını anlatırken bir yandan da kendini anlatmıyor mu? Seçtiği ayrıntılarla kendi önceliklerini sıralarken, konuyu yerleştirdiği çerçevede kendi ideolojik, etik duruşu ile ilgili bir manzara sunmuyor mu sonuçta? Farklı paradigmalar içinde aynı sözcükler bile ne kadar farklı anlamlar yüklenebiliyorlar.
Barış gruplarında yaptığımız çalışmalarda “Ben....” diye başlayan cümleleri teşvik ederdik. Böylelikle katılımcıları toplumsal olarak paylaşılan yargılardan, ezberlerindeki bazı kalıplardan kurtarmaya çalışırdık. Bu çoğu zaman iyi sonuçlar vermiş; katılımcılar pozisyonel dilden uzaklaştıkları için yaratıcı seçeneklerin önünü açabilmiştir.
Çokkültürlülük üzerine çalıştığı bir kadın grubunda Maronit katılımcının “Ben....” cümleleri kurma yönündeki tereddütünü aktarmıştı Maria. “Bizim kültürümüzde “Ben....” diye başlayan cümleler yanlış ve bencilce algılanır” demiş kadın.
Eskiden köşe yazarları kendilerinden söz ederken bile “biz” derler ya da “Bu satırların yazarı...”gibi bir ibare kullanırlardı. Kamusal alanın dayattığı resmiyetin zorlamasıydı belki de bu.
Yazılarımda “ben” anlatımını fazla kullanıyorum diye bazen huzursuzluk duyup ayıklamaya çalışıyorum ama bu üsluba öylesine içkin birşey ki mümkün olmuyor. Çatışmalı bir ülkede “barış dili” meselesini kafasına takmış, militarizmin hamasi erkek dilini kırmaya çalışan, kamusal-özel alan dikotomisi ile boğuşan biri olarak kişisellikten başka bir alan bulmakta zorlanıyorum.
Konferanslarda da kişisel anlatılar daha çok hoşuma gider. Kuramsal analizler, kitaplarda bulunup okunabilecek şeyler ama etrafa kendi enerjisini yayarak kişisel bir anlatı paylaşan konuşmacı, benzersiz bir paylaşım ortaya koyuyor diye düşünüyorum.
“Ben....” anlatımı her durumda işe yarar bir biçim değil ve huzursuz edici bir tonlaması, kendini çok önemseyen, böbürlenen bir tonu olması da mümkün; ama bunun dışındaki “gerçeğin sahibi benim ve bunu size sunuyorum” tarzı aydınlatmacı bir üslup ve karşıdakini mat etmeye yönelik, dediğim dedik bir avukat üslübu da bir anlamda aynı kapıya çıkıyor; bunu daha sinsi bir biçimde yapıyor diye düşünüyorum. Tasarlanmış bir mütevazilik sonuçta kendini ele veren birşey; doğallık taşımıyan, kendini kasan bir tavır bir yerde açık verir mutlaka.
Sözcüklerle biçimlendirilen, yeni anlamlar yüklenen bir dünyada yaşıyoruz. Gün boyu medyadan, çevreden üstümüze doğru gelen sözcükleri, bunların yarattığı enerjinin ruh halimize yaptığı etkileri düşününce, şu uygarlık denen şeyin uzağındaki yalın, kırsal bir yaşama özlem duyuyorum. Kim bilir, bu da sıkıcı olurdu bir süre sonra. Dışarda bir başka hayat olduğunun, dünyanın acı çektiğinin bilgisi bile huzursuzluk duymak için yeterli.
İnsan, üstüne gelen kötü enerjileri bloke edebilecek yöntemler geliştirmeli belki de. Bazen, kötülüğe dair böyle bir sağırlığım vardır. Bir biçimde, içimdeki filtre bana yönelen şiddeti süzer ve beni onun yıkıcılığından korur. Ama bazen bu filtre devreden çıkar ve bütün kırılganlığımla dünyanın ortasında kalakalırım. Kırılganlık çok mu kötü bundan da pek emin değilim doğrusu. Sürekli zırh taşımak, saldırılara karşı kalkan yönlendirme refleksiyle tetikte durmak da yorucu değil mi?
Dışarıda “zalim” olduğu oranda bir başka sözcüğe başvurulup başka bir anlatı kurulduğunda da “muhteşem” bir dünya ve insanın her an elinden kayıp gidebilecek biricik bir hayatı var. Bunu düşününce, hızla ilerleyen zamana, mutlu olma olasılığı da varken üzüntüyle geçen günlere bakıp hayıflanmamak mümkün değil.
Şu an düşündüm de, bir yıl önce aynı odada, aynı bilgisayarın başında içimde aynı gönül kırıklığıyla oturmuş yazı yazıyordum.O görüntü, o günkü iç fotoğrafım gözümün önünde şimdi. Bu geçen zamanda onca şey yaşamışım; keyifli anlara rağmen çoğu kez de kederli bir müzik olmuş fonda. Bunun daha farklı olması ne kadar benim elimdeydi; insan ne ölçüde kendi kişisel serüvenine yön verebiliyor bundan emin değilim.
Yine de, “Suçlu ayağa kalk!” diye bağırdığımda kendimi hemen ayakta buluyorum. Filmde ne çok kötü adam olursa olsun sonuçta insan kendi hayatının başrolünde değil mi?